6 Ağustos 2007 Pazartesi

Aforizmalar 1 (HG)

Bir tek ölüm söz verir hayat söz veremez.

Bana onuru ve gururunu kullanmadan savaş açacak adama mağlup olmaya hazırım.

Ahlakçılık, vasatların üstünlere karşı oynadığı etkisi geçici bir oyundur.

Adalet için gözlerimi bağla, özgürlük için çöz, seni görmem için kapat.

Kadınlar biyolojik erkeklerse sosyal bir takvime göre yaşarlar. Erkeğin kafası genelde zihni ile bedeni arasına sıkışmıştır. Kadınınsa hormonları ve rahmi arasında.

İki ilkel bedeni ve beyni bir arada tutacak alışkanlıklar ve korkudur: kaybetme korkusu.

O giysilerin kitapların ve kimliklerin arasından adem ve havva hala bağırıyor.

Edepsiz bir hastanın çaresizliği ahlaktan üstündür.

Yazarla okurun farkı akıntıya kapılmış adamla onu izleyen adamın farkı gibidir

Duygularımızdan ve samimiyetimizden kazanır, inceliklerimizden kaybederiz....

Taklit değil benzerlik öldürür.

Unutmayı beceremeyen kavga etmesin.

2 Ağustos 2007 Perşembe

G-STRING ya da Erkeğin "Yeniden" Özgürleşmesi

Batı toplumlarında ve akademilerinde şöyle bir görüş yaygındır: "Dünyayı sarsan, halkı ve sanatçıları sokaklara döken, ruhlarında büyük coşkulara yol açan akımlar, moda ve hareketler akademilerde tez olarak yazılmaya ve ders olarak okutulmaya başladığında bitmiş demektir."
Doğu'da yani özel ve çok öznel anlamıyla ülkemizde yaygın olan inanç ise üç aşağı beş yukarı şudur: "Nasıl olsa en az bir "rub-ı asır" kadar sonra topraklarımıza intikal edecek olan bu moda ve akımlar bizde ise pazara düşünce başlar ve asla bitmezler."
Öyleyse kimdir bu Türkler? Neden sözde merkezlerden, avant-garde oluşum ve aygıtlardan bu kadar uzakta yaşarlar ve Dünya'nın bütün fanilerini bir araya getirecek kadar geniş toprağı ve cömert ruhu nereden bulmaktadırlar?
Bu soruların cevaplarının sanıldığı kadar tarihsel ve antropolojik olmadığını sanıyoruz ama şimdi burada, bu sorulara cevap arayacak değiliz. Soruları sadece derdimizi anlatma zemini oluşturma için kullandık.
Öyleyse derdimiz nedir? Biraz Türk erkeğinin yeni sorunları olabilir; yani kadınların yeni veçhe ve çehreleri...
G-String, yani "G" harfi modelindeki iç çamaşırı... Bir iç çamaşırı üretici ve pazarlamacısının sözleriyle son birkaç yıl içinde satışlarında büyük patlama yaşanan (% 80) ve arka kısmı kadın poposunun arasına girerek, etek ve pantolonlarda külot izini yok eden, neredeyse "wonder-bra" sutyen devrimini aratmayan buluş...
Her ne kadar kadın -ve aynı zamanda erkek- iç çamaşırı kreasyonlarında yıllardır bulunan bu modelin ülkemiz kadınları arasında son derece popüler oluşunu neye bağlayacağız? Yeni bir özgür popo kültünün doğuşuna mı delalet ediyor bu artış, yoksa erkek bakışındaki incelişi ve boyun egzersizlerinde dikey hareketi keşfedişini mi?
Etek ya da pantalonun altına kumaş izi yapmadan iç giyimi tamamlayacak ve dış görünümde de dikkat çekmeyerek, kalçaların yuvarlaklığını pürüzsüzce tamamlayarak çağdaş bir giyim kusursuzluğunu vaat edecek olan G-String “olayı”

*

Z.A.ya sorduk: "Neden G-String?" Fırtınalı bir evliliği çok gerilerde bırakmış olan ve hayata yeniden bu kez kendi ayakları üzerinde tutunmaya çalışan Z. şöyle cevap verdi: "Anlamıyorum. Ben ne zamandır G kullanıyorum."
- Peki o zaman nereden peydahlandı bu cazibe artışı kadınlarda? Yoksa popolarını yeni mi keşfettiler?
"Bence bu popoların keşfi değil! Dış giyimini tamamlayan Türk kadını iç giyimine de önem vermeyi öğrendi. Ben G giydiğimde, kadın-erkek fark etmez, hepsinin gözünde daha estetik olduğumu düşünüyorum. Hemcinslerimin G giymiş hallerini de estetik buluyorum."
- Peki Türk kadını "ayıp" kelimesini, estetik arayışıyla mı aştı sizce?
"Bence Türk kadını bakış açısını değiştiriyor. Bunun nedeni de yeni bir sosyal konum arayışıyla gelen kültürü. Erkekler de iç çamaşırlarına dikkat etmeli."
- Peki erkeklerin böyle bir sergileme şansı yok. Bunu nasıl anlayacağız?
"Gereksiz bir soru. Bu dış giyimden kolaylıkla anlaşılabilir. Şalvarlı bir kadın istediği kadar G giyebilir. Önemli olan kafaların iyi giydirilmesi. Kurumları ne kadar özelleştirirseniz özelleştirin (Z. burada sanırım Özelleştirme İdaresi'nde yaşanan 'don giymeme yasağı' skandalına göndermede bulunuyor.) kafalar özelleşmedikçe vücutlar ve ruhlar da özelleşemez."
- O zaman sokaklarda çıplak dolaşalım..?
"Siz bunu deneyebilirsiniz. Ama hiçbir şey değiştiremezsiniz. Türk kadınları ya da erkekleri, sokaklarda yaşama kültürünü benimsemedikleri sürece hiçbir şey değişmeyecektir. Sokaklar işe gitme ve eve dönme sahası değil sadece."
- G-String artışının erkeklerin cinsel özgürlükleri üzerindeki etkileri konusunda ne düşünüyorsunuz?
"Adım adım düşünürsek, erkeklerin gözleri, kadınların arkasından bakarken bir kademe daha yükselmiştir. Elbise eteklerinden popoya doğru yani... Ama burada kalmamalı elbette... Medeni ölçüler içinde ve kadının da kendini daha da estetikleştirmesiyle, sırta, saça ve başa çıkmalı... Belki de bu sayede erkekler kadını bir bütün olarak görebilir ve yakın bir zamanda belki de -hiç sanmıyorum ama- onun beynini keşfederler."
- Konuyu iyice dağıtıp, tam da kadınların yaptığı gibi istediğiniz yere çektiniz. Ee bravo yani.. Hiç değişmeyecek misiniz?
"Yapmayın beyefendi. Genellikle burada olduğu gibi, soruları hep erkekler soruyor hayatta. Sonu gelmeyen soruların sorulup yanıtların alınmadığı birçok TV programında olduğu gibi. İlginç tesadüfler zinciri sonucu sunucular genellikle erkek. Bana göre erkekler G ile başlayan bütünü gördüklerinde bizler sokaklarda daha özgür yürüyebileceğiz.”

1 Ağustos 2007 Çarşamba

Bayan Alıntı

Siz doğmadan kendimi varolmuş saymayacağım. Rüyalarımızın şehrinden gelmeseniz de bir yerlerde mutlaka yazılısınız.
Ey deniz kıyısında, surlarla çevrili bir kovanın içindeki küçük kürek. Sarı rengin bana onu hatırlatıyor.
Dalgalar onu getirse bir gün her şey daha yazılı olacak. Kayıklara. Midye kabuklarına. Başını kaldıran sarı başaklara.
Tanrı, beş günde yaratırken okyanusları kime ithaf edeceğini düşünmüş mü? Karalar bu ithafın yazısı olmasın sakın…
Sizin yolunuzu tarif ettikten sonra tam beş kuruş saydım köydeki çocuğa. Kördü ama daha önce ordan geçmeyenlerin bile nereye gittiğini biliyordu.
Bezelyenin içinde çıkan her taneye bir ağaç kadar özen gösteren tabiat, sözcükler karşısında neden bu kadar sessizdir.
Sizi oluşturan sözlere bakması ve konuşması için rüzgâra, yağmura işbirlikçilik teklif etmiştim. Bir kelimeyi dalından bile kesemedi.
Çünkü yapraklar yeryüzünün harfleri değildir. Harfler birleşir kelimeler düşer yapraklarsa kururlar…

Geldim ama çıkamıyorum, dönmüş olsam da şehrime. Şehrimin üstünde bir ismin harfleri duruyor ve okuyamıyorum. Okuyunca kaybedeceğim korkuyorum.

Hastalıkların Hekimi Martin Winckler ile Söyleşi




Hastalıklarla, tıp kitaplarındaki hastalık tanımları ve vakalarıyla uğraşmayı bırakıp "hastalarla" ilgilenen onları tedavi etmeye çalışan özgür doktor tipi Bruno Sachs'ın yaratıcısı Fransız yazar ve doktor Martin Winckler (Marc Zaffran) ile evrensel hasta haklarından, ilaç endüstrisinin zararlarından (ilaçlardan önce) konuştuk... Doktor ve hastası olarak değil de yazar ve editörü olarak...

İlk kez başımıza gelmedi ve son da olmayacak.
Dünya ilaç endüstrilerinin dezenformasyonları zaten ilaçbilimi alanında "deneysel" bir dönem geçiren çağımızın -ki bazı bilim adamlarına göre İkinci Dünya Savaşı sonrasında, özellikle altmışlı yıllarda patlak veren farmakolojik ilerlemeler ve devrimlerin bilinemeyen yan etkileri ancak 40-50 yıl sonra ortaya çıkacak; yani 2000-2010 yıllarında- insanı için son derece ciddi tehlikeler oluşturuyor. Bir televizyon kanalı yöneticilerinden ve bir borsa yetkilisinden farklı davranmak zorunda olduğu halde ilaç endüstrisini bir pazar haline getiren bu tavırlar, elbette hastaları ve dünya hasta haklarını ilgilendirdiği kadar bu konuda etik olarak hastalar ile işbirliği yapmak durumunda olan doktorlar için de bir dikkat konusu. Ne var ki ilaç firmaları; peynir, yoğurt ya da şekerleme pazarlayan şirketleri kıskandıracak "promosyon" çalışmaları sürdürerek, bu ahlaki işbirliğini kendi ekonomik çıkarları doğrultusunda bozma çabası içindeler.
 
Bu sorunlar içinde dünyada, yazdığı "Sachs'ın Hastalığı" adlı romanla "hekimler" tarafından verdiği sesle dikkatleri çeken ve doktorların sesini güçlendiren bir doktor-yazar, hiç gündemden düşmeyecek bu konuların önemli bir militanı konumunda artık.

Martin Winckler, bir doktor ve dünyaca ünlü bir romancı; 1998 yılında yayınlanan "Sachs'ın Hastalığı" adlı romanı birçok dile çevrildi ve sadece Fransa'da dörtyüz binin üzerinde okura ulaştı. 1998'de ülkemizde yayınlanan bu yıl içinde "Yazmak ve İyileştirmek" (En Soignant et en écrivant) başlıklı yeni bir kitap yayınladı kendi ülkesinde.

"Sachs'ın Hastalığı"nı 1998 yılının sonlarına doğru editörlük yaptığım yayınevinde yayına hazırlarken Martin Winckler'in ya da gerçek adıyla Marc Zaffran'ın bir baba mesleği olarak hekimliği seçmesinin yanı sıra roman kahramanını betimlerken babasından esinlenmesi ilgimi çekmişti. Kabarık basın bülteni ve ulusal-uluslararası başarılarıyla kendini kanıtlamış bir romandan başka bir şey duruyordu önümde. İnsani ve mesleki açılardan özeleştiriyi kendine erdem edinmiş Orta Avrupa ülkelerinin -başta Fransa olmak üzere- büyük ilgi gösterdiği bu romanın yazarının bir doktor olmasıydı "Sachs'ın Hastalığı"nı anlamlı kılan. Bu anlam, roman sanatının ötesinde belki de dünya edebiyat tarihinde ilk kez onurlu Hippokrates Yemini'yle bir romanın açılmasında kendini buluyordu.
 
"Sachs'ın Hastalığı" bir doktorun insanlık durumunun romanı. Romanın kahramanı genel tıp uzmanı Doktor Bruno Sachs. Hasta-doktor ilişkilerinde her zaman alışıldığı üzere anlatıcı, bu kez doktor değil de Bruno Sachs'ın hastaları. Fransa'da yayımlanır yayımlanmaz edebiyat okurlarından ve eleştirmenlerden büyük övgüler alan Sachs'ın Hastalığı dünyada tıbba farklı bir biçimde yaklaşan ilk edebiyat kitabı. Sachs'ın Hastalığı'nda, romanın perde arkasındaki kahramanı dışında herkes konuşuyor... Doktor Bruno Sachs'ın sekreteri, hizmetçisi, rakip meslektaşları... Hepsi de doktor ve "insan" Bruno Sachs'ı, edebiyat tarihinde ilk kez rastlanan bir tarzda anlatıyor. Hastalar yerine "hasta"yı merkeze alan bu yeni ve olağanüstü roman tarzıyla Sachs'ın Hastalığı, okurlara çarpıcı bir edebiyat terapisi olanağı sunuyor.

Son kitabında babasını şöyle anlatıyordu Winckler:

"Babam bir hekimdi, fakat savaşta dağılan çok mütevazı bir aileden geliyordu. Ona göre hekimlik aristokrat bir konum değildi, tam tersine kişiye hiçbir üstünlük kazandırmıyordu. Bir hekim tedavi ederken kendini de tedavi ederdi ona göre."

Gerçek adı Marc Zaffran olan Martin Winckler, 1955 yılında Cezayir'de dünyaya geldi. 6 yaşında ailesiyle birlikte önce İsrail'e, ardından Fransa'ya göç etti. Küçük yaşta yazmaya başladı. Tıp öğrenimine 1973 yılında Tours'da başladı. 1978-82 yılları arasında Tours ve Mans'da staj yaptı. 1983'te Sarthe kasabasında pratisyen hekimliğe başladı. 1984 yılında Martin Winckler takma adıyla öyküler yazmaya ve yayınlatmaya başladı. İki yıl sonra ilk romanı "La Vacation"u yazmaya başladı ve kitap 1989'da yayınlandı. 1992'de yazmaya başladığı "Sachs'ın Hastalığı" 1997'de bitirdi. Birçok dünya diline çevrilen bu kitap 1998'de Fransa'da Inter Kitap Ödülü'nü kazandı.

Martin Winckler bir doktor olarak politik formasyonunu şöyle anlatıyor:

"Politik olarak biçimlenmem Pratiques'te gerçekleşti diyebilirim.Bu durum politikası, açık açık, dünyayı anlamaya çalışan bir insanın hekimlik durumunu da kapsıyordu. Bu dergide yazılar yazmam beni 'biçimlendirdi' mi ya da tanıdığım ilk uygar hekim olan babamın mirasının bana geçmesini sağladı mı bilmiyorum ama ben bir okurdan başka bir şey değildim: Yaptığım sadece Pratiques'e yazılar göndermekti."

Martin Winckler beş bin nüfuslu Sarthe kasabasına hekim olarak gittiği 1983 yılından itibaren "Prescrire" adlı başka bir dergide yazmaya başladı. "Prescrire" ilaç sanayinin yarattığı sistemli dezenformasyona karşı objektif bir kaynak olmak üzere yaratılmış alternatif bir dergiydi.
Winckler 80'li yıllarda "Doktor, Hastası ve Hastalık" kitabıyla bir ekol oluşturan Michael Balint'in yarattığı Balint Tıp Cemiyeti içinde yer aldı.

Martin Winckler ile 13-14 Kasım günlerinde gece ve sabaha karşı birkaç elektronik posta sayesinde hızlı bir röportaj gerçekleştirdik. Üç haftalık bir Amerika seyahatinden yeni dönen Winckler, sorularımıza hızlı bir şekilde ve şaşırtıcı bir biçimde yanıt verirken belirgin bir içtenlik içindeydi. Kendi arzusu ve ısrarı üzerine (ki bu bir nezaketti aynı zamanda) cevabını beğenmediğimiz (?) ya da kısa bulduğumuz soruları yeniden sorduk ve ortaya bu doyurucu sohbet çıktı.

Türk okurları sizi -Fransa'daki ve dünyadaki kadar olmasa da- Doktor Bruno Sachs'ın hastalarının ve dostlarının gözüyle tuhaf bir doktor olarak anlatıldığı "Sachs'ın Hastalığı" romanıyla hatırlıyor. Bruno Sachs gibi sizin babanız da (ve siz de tabii) doktordu. Sizce Bruno Sachs karakteri, hastalıklar endüstrisi yerine hastalar için mücadele eden azınlıktaki doktorlar için bir simge midir?

Bruno Sachs karakterini yaratırken babam Ange Zaffran'dan esinlendim tabii. İlaçlar ve hastalıklar yerine hastalarla ilgilenen, onları iyileştirmeye çalışan bir hekimdi babam. Bu anlamda, evet, o azınlıktaki doktorlar için bir simgeydi; ve Fransa'da ve dünyanın diğer ülkelerindeki bu hekimler kendilerini bu simgeyle ifade ediyorlar ve bu yüzden de romanımla çok ilgilendiler. Sanıyorum okurlar bu nedenden ötürü kitabımı çok sevdiler. Çünkü romanda tasvir edilen doktor hastalarını dinliyor ve onları konuşmaları için serbest bırakıyor. Romanımda hastaların doktordan daha çok konuştuğunu belirtmeliyim...

"Yazmak ve İyileştirmek", içinde denemelerinizin ve son 20 yılda kaleme aldığınız yazılardan oluşan son kitabınız. Sizce yazarak iyileştirmek mümkün mü? Dünyayı iyileştirmeek için edebiyatın -genel olarak da sanatın- gücüne inanıyor musunuz?

Ben iyileştirmenin VE yazmanın mümkün olduğuna inanıyorum, tabii ikisini de birlikte yapmak zorunlu değil. Doktor daha çok bir "okur"dur, "dinleyici"dir; o "okur" ve hastalarını dinler. Konuşmaz, Evine döndüğünde de, işlerini bitirdikten sonra yazabilir; ve çoğunlukla yaptığı işten esinlenen şeyler yazacaktır. Bütün kültürlerede doktor yazarlar bulunmaktadır; Fransa'da Jean Reverzy, ABD'de William Carlos Williams, Portekiz'de Miguel Torga, İngiltere'de Somerset Maugham; ve kuşkusuz başka ülkelerde de benim tanımadığım birçok doktor yazar vardır mutlaka. Edebiyatın gücü olup olduğunu tam olarak bilmiyorum ama kitapların "iyileştirdiklerine" inanıyorum, çünkü kitaplar bilgiyi, duyguları ve deneyimleri paylaşma aracıdır. Bu anlamda, dünyayı değiştirmemize yardımcı olur kitaplar. İyileştirmek ve yazmak, paylaşmaktır.

Dünyada ve sizin kişiliğinizde ilaç endüstrilerine (genelde tıp endüstrisine) karşı verilen mücadeleler hakkındaki görüşlerinizi öğrenmek istiyorum. Bu endüstriler son derece ticari bir davranış içindeler ve bazı ilaçların zararlarını kamuoyundan saklıyorlar. Az önce de sözünü ettiğim gibi "hasta hakları" için mücadele eden bir idol olarak Doktor Bruno Sachs durumu var mı tam olarak? Ve romanınızı da bu anlamda, büyük kitlelere ulaşarak bu mücadeleyi idealize eden ve hasta haklarını gündeme getiren ilk kitap olarak değerlendiriyorum...

Hükümetlerin, ilaç şirketlerini halkı doğru bilgilendirmeye zorlamaları gerektiğini düşünüyorum. Dünyadaki ilaçların ölçülemeyen zararlarının en temel nedeni ilaç şirketlerinin doktorları ve halkı yeterince bilgilendirmeyişleridir. Kötü bilgilendirilen doktor kötü reçete yazar ve bu pahalıya patlar; hastalar da hiçbir yararı olmayan ilaçları alırlar. Bu onlar için çok zararlıdır. Birçok hükümet, Fransız hükümeti de dahil olmak üzere; doktorların, ilaç laboratuvarlarının pazarlama yöntemlerinin etkisi altında kalmadan ilaçları tanımaları için tıp öğrenimi değiştirmek zorundadırlar. "Hasta hakları", "endüstriyel çıkarlar"dan daha da önce gelir; vatandaşların görevi de hükümetlerini bu konu hakkında kararlar almay azorlamaktır.

"Sachs'ın Hastalığı"nın ikinci cildinin "La Formation de Sachs" (Sachs'ın Öğrenimi) adıyla yazıldığını öğrenmiştim yayıncının web sitesinden. Bu roman ne zaman yayınlanacak? Biraz sözeder misiniz?

"La Formation de Sachs", "Sachs'ın Hastalığı"nın ne tam olarak devamı ne de bir ikinci cilt. Aslında bu kitap da Bruno Sachs'ın kahramanı olduğu üçüncü kitap. İlk romanım hatırlarsınız, "La Vacation"du ve o kitabımda da Bruno Sachs, bir doktor olarak roman kahramanıydı."La Formation de Sachs", Bruno Sachs'ın tıp öğrenimini gördüğü ve doktor olduğu dönemi anlatıyor. Elbette bu roman da teme olarak hastanelerdeki tıp eğitimini anlatan bir kitap olacak. Fakat ne zaman yayırnlanacağını bilmiyorum, zira onu bitirmedim henüz. Şu sıralar babam hakkında bir kitap yazıyorum; bu kitap da bir-iki yıl içinde yayınlanacak.

Ünlü bir yazar olmak hayatınızı değiştirdi mi? Ya da hayatınızdaki yazarlık uğraşı doktorluk hayatınızı etkiledi mi?

Hayatımın değiştiği tek nokta, ailemi geçindirmek için artık günde 15 saat çalışmak zorunda olmayışımdır; ama yine de çalışmam gerekiyor yaşamak için. Bunun dışında hayatımda hiçbir değişiklik olmadı. Ve tabii doktorluk hayatımda da bir değişme olmadı. Zaten yedi yıldır bir hastanede aile planlaması ile ilgili bir görevde çalışıyordum. Kitabımın kazandığı başarı hayatımda hemen hemen hiçbir değişiklik yapmadı anlayacağınız.

Peki bu başarı dünya görüşünüzü nasıl etkiledi?

Romanımın kazandığı büyük başarı dünya görüşümü asla değiştirmedi. Tam tersine inançlarım daha da güçlendi. Özellikle de insanların hayatları karşısında giderek yoğunlaşan olgunlukları ve düştükleri büyük yanılgıları önleme konusundaki tutumları üzerine...

Bütün vatandaşlarla paylaştığıma inandığım bazı duygularımı ve sorugulamalarımı yazma arzum da kesinlikle azalmadı. Hiç kimsenin ve hiçbir şeyin sözcüsü değilim; ama inanıyorum ki benim hissettiğim ve ifade ettiğim şeyleri başkaları da hissediyor ve ifade etmek istiyor. Ve inanıyorum ki söz alma, birşeyler söyleme etkinliği bir hak değil, aynı zamanda vatandaşlık ödevlerinden birisi.

---------------------------
Sachs'ın Hastalığı, Martin Winckler, 1998, Türkçesi: Gülçin Balamir Coşkun, Güncel Yy.

Saint-Exupery: Sessizce ayışığında kayboldu ve geri dönmedi.


Felaketlerin, savaşların, çöküşlerin, globalizmin ve teknolojinin çağı olan 20. yüzyılın tam başında 29 Haziran 1900 günü doğdu Antoine de Saint-Exupéry. Onu evrensel bir tanınmışlık düzeyine çıkaran yapıtın Küçük Prens olduğunu çoğumuz iyi biliriz. Pek azımızın da onun iyi ve öncü bir havacı, bir posta pilotu ve mucit olduğundan haberi vardır. Saint-Exupéry'yi –bundan böyle onu Saint-Ex olarak anacağız- bir yeryüzü yazarı haline getiren, Küçük Prens'in Kitab-ı Mukaddes'ten sonra dünyada en çok okunan kitap olduğu bilgisi değil sadece; felsefesi, edebiyat içine yedirilmiş özlü ve herkesçe anlaşılır bilgeliği, olağanüstü keşif duyarlılığı, duygusu ve icat yeteneği. Kısaca Saint-Ex, en az İsa, Musa ve Muhammed kadar (ki Sezar, Konfüçyus, Fâtih ve Mustafa Kemal kadar) Yeryüzü'nü günün birinde Evren'de temsil yeteneğine sahip “dünyalı” ilk birkaç kişiden birisidir.
Kanımca Küçük Prens'ten sonra ve en az onun kadar Saint-Ex'in en özgün biçimde ve yazarlık yeteneğini, dehasını en özlü bir içimde ortaya koyduğu yapıtı İnsanların Dünyası'dır (La Terre des hommes). Nedir İnsanların Dünyası? Bir roman? Bir anlatı? Deneme? Hepsinin de üzerinde, Gece Uçuşu'nun ve Güney Postası'nın organik ve yazgısal düzeylerinde dolaşan, bu iki havacılık başyapıtını düşünsel bir zirve ekleyen ve az önce Saint-Ex için yakıştırdığımız evrensel temsilcilik yeteneğinin yazarlık düzeyinde sergilendiği, kanıtlandığı bir kitap İnsanların Dünyası. Kitaptan alıntılan şu cümleler, Saint-Ex'in ait olduğu her konum ve durumuyla bağlantı kurduğu yeryüzü kavramıyla bir hesaplaşmasıdır adeta:
“Yeryüzü, bize bütün kitaplardan daha çok şey öğretir. Çünkü o bize direnir. İnsan, engellerle karşılaştıkça kendini keşfeder. Ama kendine ulaşması için bir araç gereklidir.”
Saint-Ex, bu araçların üzerinde ve içinde ilk öncülerden biriydi. Insanoğlunun teknikte aşırı ilerlemesinden korkanların amaç ile aracı birbirine karıştırdığını söyleyen Saint-Ex, yalnızca dünya nimetleri için savaş verenlerin, yaşanmaya değer hiçbir şey elde edemeyeceğine inanıordu. İnsanların Dünyası'nın yaratıcısına göre makine amaç değildi; uçak bir amaç değildi, tıpkı saban gibi bir araçtı. 20. yüzyıl insanını yeni oyuncaklarına hayran kalan ve ilerlemeye tutsak olmuş genç barbarlar olarak niteleyen Saint-Ex, uçak yarışlarının da bu anlam içinde değerlendirdiğini belirtirken yolların yüzyıllardır insanları nasıl yanılttığını şu cümlelerle açıklıyordu:
“Uçak bir makinedir kuşkusuz ama aynı zamanda çok yetkin bir çözümleme aracıdır. Bu araç bize dünyanın gerçek yüzünü buldurttu. Gerçekten de yollar yüzyıllardır bizi yanılttı. Kendisine bağlı olanları görmek ve kendi yönetimini beğenip beğenmediklerini öğrenmek isteyen bir kraliçeye benziyorduk. Dalkavukları, onu aldatmak için yolunun üstüne birkaç güzel dekor koydular, parayla figüran tutup orada dansettirdiler. Bu yol gösterici ince kraliçe, ülkesinin hiçbir yerini göremedi ve kırların ötesinde açlıktan ölen insanların ona lanet ettiklerini öğrenemedi.”
Gece Uçuşu'nda Saint-Ex'in yarattığı Bay Rivière, disiplini ve ödev duygusunu sevgi de dahil olmak üzere her şeyin üzerinde tutan bir karakterdir. Toprağın çok üzerinde, doğa kurallarını hiçe sayarak uçan insanın kendi özgürlüklerini ödev duygusuna değiştiği, keyfiyeti sorumluluklara bıraktığı bir alandan yazınsal alana kayan bir karakter havası taşır Gece Uçuşu.
Saint-Ex'in ikinci romanı olan Gece Uçuşu hakkında André Gide şunları söylüyor: “Saint-Exupéry bunları görmüş geçirmiş bir insan olarak anlatıyor. Sürekli bir ölüm tehlikesiyle burun buruna yaşamak, kitabına benzeri olmayan sağlam bir tat kazandırıyor. Biz epeyce yetenekli kişilerce yazılmış, ama gerçek serüven adamlarıyla gerçek savaşçıları gülümseten bir sürü savaş ya da serüven romanı okuduk. Edebi değerine de hayran olduğum bu anlatı, ayrıca bir belge niteliğinde ve hiç umulmadık biçimde biraraya gelen bu iki nitelik, olağanüstü bir önem kazandırıyor Gece Uçuşu'na.”
Saint-Ex 1941 yılında New York'a yerleşti. Savaş Pilotu adlı kitabı ilk olarak “Flight to Arras” adıyla İngilizce olarak orada yayımlandı. Kitap ertesi yıl Fransa'da çıktı ve sonraki yıl da Alman işgal kuvvetlerince yasaklandı.
1943'ün nisan ayında ilk başlarda bir çocuk kitabıymış gibi görünen ama kesinlikle büyüklere de seslenen, hatta son kertede sadece büyükler için yazıldığı anlaşılan Küçük Prens, kendine özgü desenleriyle yayımlandı. Saint-Ex bu kitabı Leon Werth'e adarken, Küçük Prens'i bir yetişkine adadığı için küçüklerden özür dilemeyi de ihmal etmiyordu. Fakat bunun için geçerli bir nedeni vardı. Çünkü bu yetişkin onun yeryüzündeki en iyi dostuydu. Bir başka nedeni ise şuydu bu adamanın: “Bu yetişkin kişi, çocuklar için yazılmış kitaapları bile anlayabilir. Üçüncü özrüm bu yetişkin kişinin aç ve susuz kaldığı Fransa'da oturuyor olması. Avutulmaya çok gereksinim var onun. Eğer bu sıraladığım özürler yeterli olmazsa bu kitabı, bu yetişkin kişinin kişinin eskiden yaşadığı çocukluğa adıyorum. Bütün yetişkinler bir zamanlar çocuktu. (ama içlerinden pek azı bunu anımsar) :u yüzden sunuş yazımı şöyle değiştiriyorum: Bir zamanlar çocuk olan Leon Werth'e.”
1999 sonlarında Fransa'da yapılan bir ankette Küçük Prens yüzyılın on kitabı arasına girmeyi başarmıştı başarmasına ama kitap kendi dilinin yurdundan yayımlandığında ortada ne Küçük Prens vardı ne de Saint-Ex. Küçük Prens kitabın bitmesiyle birlikte zaten yine dünya değiştirmiş, Saint-Ex ise 1944 yılının temmuz ayında Güney Fransa üzerindeki bir keşif uçuşu sırasında, tıpkı çölde altın sarısı saçlı dostunun yaptığı gibi, sessizce ayışığında kayboldu ve geri dönmedi.