27 Ekim 2010 Çarşamba

BEYAZ GİYMEK

BEYAZ GİYMEK

Sarışın bir kadın, tren istasyonunda beni bekliyor.
Elindeki çantada üç parça beyaz giysi var ve bir de beyaz bezden bir ayakkabı.
16 yıldır beyaza hasrettim ve kurtuluş günümde, vücudumun her parçasını beyazla kapatmak istediğimi telefonda Karine’e söylediğimde güldüğünü hatırlıyorum. “Beyaz renk giyerek arınacağını mı sanıyorsun?” diye soracağını beklerken o sadece şöyle dedi:
“Beyaz... Dişlerinin rengi.”
Tren durdu.
Küçük bir kasaba istasyonunda tren durduğu zaman, Karine’in siyah çantasını gördüm.

Kurtuluş günlerinin rengidir beyaz. Savaşların ve felaketlerin siyaha boyandığını onlarla karşılaşınca anlarız. Oysa böcekler de karadır. Ve en az botlarımın lastiği kadar, izin kağıdımı imzalayan “kurtuluş” kalemim de karaydı.
Kalem imzayı attıktan sonra böceği saldılar. “Pes planus” tan ve topuğundaki kırık bir kemikten muzdarip kıdemli üsteğmen HGY’e 15 gün istirahat verdiler ve üsteğmen HGY Türkiye’de geçirmek istedi “nekahat” dönemini.

Sanki bir havaalanı: Küçük bir kasaba istasyonu ama havaalanı peronundaymış gibi uçuşuyordu Karine’in sarı saçları. Sarı bir bluz içinden taşan beyaz karnı... Sarı bluzun altına siyah bir kısa etek giymişti Karine ve istasyonun yanındaki çeşmenin yalağına tamponu dayanmış 3.20 BMW ise beyazdı.
Kurtuluş günümde beyaz bir arabayla, beyaz elbiseler içinde gidecektim özgürlüğüme doğru. Dişlerinin beyazı, demişti Karine, ama onu bir hikaye kahramanı da yapan bu sözler, bozkırı yalayıp geçen rüzgarın ıslığında tekrarlanınca Karine hikayesine geri döndü. Beyaz araba kayboldu, üç parça beyaz elbise karardı, çantanın içine gömüldü ve çanta da bir kuyunun başındaki çıkrığa dönüştü.

“Yunus Emre!”

İstasyonun beyaz zemin üzerine siyah harflerle yazılı adına bir kez daha baktım:

“Yunus Emre”

Az önce görevli de bu adı bağırmıştı.
Ankara’ya kilometreler kala bu kasabada inmek istemiştim, ama burada beni kimsecikler beklemiyordu. Yalnız başımaydım ve ne yanımda ne de çantamda beyaz bir bez parçası bile yoktu ve dişlerim sapsarıydı.

*

“Kariiin!”
Ne zamandır hiç kadınım olmadı. Elim apışaramda. Eskişehir’e kalkan minibüse yarım saat kala caminin tuvaletinde, pantalonumu indiriyorum. Sular akmıyor ama tükürüklerim var.
Kasıklarımdan boşanan alevlerle sarsılıyorum. Hiçbir kadının veremeyeceği kadar büyük bir yalnızlık içinde, çok büyük bir hazla kendimden geçiyorum.
10 dakika kadar, pantalonum sıyrılmış, dizlerim hafif kırılmış, ayakta duruyor ve baygınlığımın geçmesini bekliyorum. Trendeki tuvaletler hem çok dar hem de çok sıra vardı ve içerdeyken insana zarar veren homurtular, kokular ve sigara dumanları içinde bu zevkin aynısını alamayacaktım.
Servi ağaçlarının donattığı, serin gölgeli cami avlulularına bakan umumi helalar genellikle çok sessiz olur.
Camilerde gündüz vakti kadınların olmaması ne güzelmiş, diye düşündüm.
“Kendimle ilgilenmek.”
Böyle demişti Karine mektubunda. “Erkeğim yok artık, Paris sokaklarında 200 frankla özgürlüğümle baş başa kaldığım günden bu yana kendime bakıyorum; yani kendimle ilgileniyorum.”
Birbirimize kişisel doyumlarımızı anlatmıştık. Islak bir banyo zeminini tasvir etmişti o. “Çırılçıplakken, bacaklarını iki yana açarak, rulo haline getirdiğim kalın beyaz havlunun üzerine oturarak. O kadar,” diye yazmıştı. “Ama musluk hep akacak. Ve içerde bir buhurdandan yayılan tütsü kokusu...”
Bence cesaretimi toplayıp en cüretkar işimi anlatmıştım; “kuru vecize” adını verdiğim işi... Çöl ortasında, ama keskin ve can acıtan kum tanelerini rüzgarda savurarak, ayaklarımı kuma batırarak, dizlerime kadar –ki kasabileyim bacaklarımı kolayca- ve “kuru vecize” söylensin, bilinmeyen bir çöl şarkısı gibi:

“Kumlar uçarken bir kitap yazılır
Rüzgar içer sayfaları, yayılır
Köhne zaman çölün her yerine
Söz bitti, o halde susmayı bekle...

Deniz kıyısında gün doğmaktadır.
Rahmim! Ölüm sana acıkınca gidersin menziline...”

Fransızca’sını hatırlamadığım ama talihli bir şehir şairinin egzotik dizeleriydi bunlar.

*

Bu defteri her akşam tekrar yazmaya başlayıp, yazdığım ve yazamadığım sayfayı yırtıp öyle dalıyordum uykuya.
Artık özgürüm ama ve defteri vagonun penceresinden attığım andan bu yana daha da özgürüm. Yazmak bana iyi gelmiyor. Anlatmak ise sesim yetmediği, nefes nefese kaldığım için yorucu geliyor.
Susmak daha eğlenceli. Susunca onlar anlatıyor sen dinliyorsun.
Onlar?
Unuttuğun bir şeydir onlar. Unuttuğun şeylerin yerini doldururlar ve hatırlamaman için eğlendirirler seni. Üzüntüyle de eğlenirsin bazen. Onlar yoldaşın olur.
Onlardan kaçıyordun bir yandan, kurtuluş günüme doğru ilerlerken. Yoldaki levhalarının hiçbirinde özgürlüğüme dair bir işaret olmamıştı.
Herhangi bir levhanın bir sedir ağacından olması bile işaret sayılacaktı oysa benim için. Kurtuluş günüme kaç zaman kaldığımı hesaplayacaktım onunla. Her adımım bir aydı, geçen her saniye on yıl kadar tutuyordu.
Özgürlük sadece vagonun penceresinden yüzüme çarpan rüzgar değil, anladım bunu. Özgürlük sadece Karine’e ulaşma ihtimalim de değil, bunu da anladım. Karine bir hikayedeymiş gibi uzak tuttu kendini benden. Çünkü başka bir ülkedeydi. Daha sisli, soğuk bir ülkede ama Güney’e aitti o da benim gibi.
Benim Güney’im, Kleopatra Kapısı’nın, Cennet ve Cehennem mağaralarının, Yedi Uyurlar’ın ülkesi Tarsus’tu. Onunkisi belki Marsilya, ama hiç bunu söylememişti. Güneyli gibi duruyordu. Güneyli bir serap gibi.
“Herkesin bir Çukurova’sı vardır,” diye değiştirirken Yaşar Kemal’in sözlerini, “Herkesin bir Güney’i var” demeye cesaret etmiştim. Karine, Güney’inde oturmuyordu, bense Güney’ime doğru gidiyordum.
Güney’e doğru gitme ihtimalini gerçekleştirmede serbest oluşum; bu hareketin bir izin kağıdına, bir yıllık izin çizelgesine, bir mesaiye, bir kışla nizamına, bir hizmet kanununa, bir üniformaya, telörgülere ve rütbelere bağlı olmayışı benim özgürlüğümdü. Böyle sanıyordum.
Çünkü ben hiç zaman orada olmamıştım.

*

Tabiat bana bir rahim vermedi. Bitki olarak da doğmadım. Lahana olarak doğmak isterdim. Haşlanmış lahana haline gelip bir “sarma” olmak ve beğenilmek, birileri beni yerken.
Sonra tekrar toprağa yolculuk başlardı. Yeni bir bitkinin sapından bir erkeğin sapına yürür ve döl olarak karısını kuşatırdım ve yeniden doğardım G olarak.

“Halil Gökhan Yiğitler! 3008!”

Böyle bağırmışlardı, ama bunun yeni bir doğum olacağını önceden bilemezdim. Mario Vargas Llosa’nın “Kent ve Köpekler”ini, Milan Kundera’nın “Roman Sanatı”nı okumama daha yıllar vardı ve içinde olduğum gövde kimdi, ben kim olmak istiyordum? Nereye gidiyordum?
Bunlar o kadar önemli değil aslında ve gittiğim yer kadar olduğum yer de önemli değildi. Varolmamı önemsemiyordum. Sadece düşünüyordum. Duyularımı hapseden düşüncelerden kurtulamamak benim gerçek hapishanemdi ve bu yüzden çevremde yükselen gerçek hapishane duvarlarını fark edemiyordum.
Duvarların duvar olmasının da bir önemi yoktu. Nasılsa bir yerden kapısı olacaktı ve benim de eninde sonunda ayaklarım vardı. Ama yürümek de bir duyu gibi sarılmıştı, düşüncelerimin kelimeleri tarafından. Yürümekle sadece yolu değil geleceği de algılayabilirdim ama buna yeltenmedim.
Çünkü kapının henüz açık olmadığını biliyordum.
Bu bir görme sorunu değil elbette. Zira genellikle, bizim varoluşumuza yararlı olan kapılar gözle görülmezler. Onlara dokunmak gerekir ama elle ya da deriyle kaplı bir uzuvla gerçekleşmez bu.
Müzikle. Evet, belki. Şarkı söyleyerek ya da şiir okuyarak. Bir sandalye ya da masa üzerine çıkarak. Yani sözlerin geldiği yeri, yüksekliği taklit ederek...
Gökyüzüne baktığım sırada kapının birdenbire kapandığını duydum.

17 Mart 2010 Çarşamba

TO YOU

I must find you a name
A name that will bring you more than I will when I call it
You should turn your head to me with this name and
That voice should talk about me, all the things I do not know
And all the things I am not

I found a voice
While looking for your name in the flowers instead
While passing a valley in my memories about you
A voice that is pastʼs veil and meaning of future
You were created and I got lost in its meaning

While calling your name I love turning
My face to the sun.. when my face gets together with yours a ʻmoonʼ is being born
Earth is being shaken to its bones afterwords
I remember my past years as if you were in it; walking around
A circle, a plain and a mountain

You must believe.. Why does a man exist
Why does rain empty his hands
And what is he waiting for in a reverie between eyebrows
He holds the rain drops as if he rejoins them
He finds it in his non existent past and the tomorrow he hasnʼt lived

I havenʼt said anything
but you understood
Where are you in the midst of my loneliness
Where is my heart in this unwhispered love
You are not here but here always here

If I wake up it ill be an evening Iʼll be late
When I close my eyes to the sun that rises from you
The drops of the raw sunrise that is in the light of your eyes
Say I was thirsty you were there but I was alone, then
Fragrance of your lips will never go away regardless of how much I kiss them

On watch guard by a pool of water
Even the days not yet lived are happier than the ones lived
I see you growing up when I look at yesterday
It is even more than you just being with me
Every morning I find a promise in my bed

I need to find you a name
Faster than sound, said without being called an immortal adjective
That means an unborn sounds of a wave from the ocean
That has lived my life and comprehends after life
May this name always echo when I am quiet

Letʼs leave all of our lovemaking to tomorrow
To tree on your skin is like taking a bath in the ocean
To wish to name a child with each your breath
My voice goes through a river that we bathed naked
Becomes a man in your heart, an oasis on your dry lips

You are not here and this must have a star in the sky
A shooting star that I donʼt see when I turn my head
Or it should shine on my window in the mornings before dawn
Your light should bring your absence and thatʼs the only way I can take
Your absence, the time and distance between us

I am more in you as time goes by
I get lost more in the sky which is you as I wait more
Clouds become birds birds become an unopened invitation
I say your name awake without sleeping till morning as if you were here
I talk to the lavender that Iʼve never smelled

When you ask me to tell you a story
When I tell you the meaning of life
I see the fear get bigger in your eyes, then
I hold your hands and because you gave it its meaning
I thank you a thousand times

Before you came to my life, no garden
Had flowers no towers in any towns
And only a few suspicious fruit in trees
Our bodies wrapped tree trunks
A winding bed that make you confess

No street sign would say to come here
When the others say come here
I would ask the moon that came out with your head where
I see our ocean in it, the one that we multiply in
As I see your eyes that make my suspicions my oath

I never promised to fall down from the peak of the joy
I donʼt have promises to make your desires bigger or hidden
As long as you are not the hottest waters in the ocean to warm my feet
I am not going to recognize the wind that is named you
And I am going to stand as the most solemn mountain in front of you

(Translated by Zeynep Koç Kleiman)

26 Şubat 2010 Cuma

Je t’ai trouvé un son


Je dois te trouver un nom.
Un nom qui lorsque je le dis t’apporte bien, de moi plus de choses
C’est avec ce nom que tu dois tourner la tête regardant vers moi
Ce son doit me raconter, raconter ce que je ne sais
Et raconter ce que je ne suis pas

Je t’ai trouvé un son
Au lieu du nom en cherchant dans des fleurs
Par une vallée, en faisant passer les souvenirs de toi
Un son qui est doublure du passé et signification d’un avenir
Tu as été crée et j’ai disparu dans cette signification-là

En appelant ton nom j’aime au soleil tourner
Mon visage…. Lorsque mon visage et ton visage s’unissent naît une “lune”
La terre tremble jusqu ‘à sa moelle, après
Je me rappelle de mes années antérieures comme si tu existais déjà
Autour d’un cercle, d’une plaine et d’un mont j’errais

Tu dois comprendre….pourquoi un homme existe
Pourquoi il vide ses mains lorsqu’il pleut
Qu’attend il d’une rêverie née d'entre ses sourcils
Il retient les gouttes comme s’il la retrouvait
Il la trouve dans un passé qui n’a pas eu lieu et un futur qui ne vit

Moi je n’ai rien dit
Mais toi tu as compris
Où es-tu au milieu de mon silence, à quel endroit
Où est mon cœur dans cet amour pas même ressenti
Tu n’es pas là et c’est pourquoi tu es là toujours là

Si je me réveille il fera soir je serai en retard
Du soleil qui naît de toi quand je ferme les yeux
A l’atome cru d’une goutte infinie, dans la lueur naissante : tes yeux
Dis “j’ai soif” tu étais là mais j’étais seul, alors
A t’embrasser et t’embrasser jamais ne s'éteindra la fragrance de tes lèvres feu

Dans l’ancien temps de garde devant l’eau
Même les jours pas encore nés de demain sont pleins du bonheur des ceux venus et passés
Je te vois grandir quand je regarde hier
Tu es bien plus présente que si tu te trouvais près de moi
Chaque matin dans mon lit je trouve une promesse chère

Je dois te trouver un nom
Plus vif que le son qui se dit sans l’épeler un titre immortel
Comme le bruit de vagues pas nées venant de la mer
Ayant vécu toute ma vie couvrant mon après vie
Ce nom doit se répercuter quand je me terre

Que demeure à demain nos actes amoureux
Me perdre dans ta chair est comme me plonger dans ta mer
Quand je voue un nom d’enfant à chacun de tes souffles
Ma voix surpasse cette rivière où nous nous baignons nus
L’homme dans ton cœur sera oasis sur tes lèvres sèches

Tu n’es pas et devrais être une étoile dans la voûte céleste
Une étoile filante que je ne vois quand je tourne la tête
Ou qui brille avant que le jour ne s’éclaire chaque matin à ma fenêtre
Que ta lumière amène mon manque de toi c’est comme ça que je survivrai
A ton absence au temps à la distance entre nos êtres

Plus le temps passe plus je suis en toi
Plus j’attends plus je me perds dans ma voûte qui est toi
Les nuages deviennent oiseau, oiseaux une invite pas éclose, jusqu’au matin
Sans dormir je délire comme si tu étais
Parlant à un bouquet de lavande que je n’ai pas humé demain

Quand tu dis raconte moi un conte, je te raconte
La valeur de l’existence dans tes yeux
Je vois grandir ta peur
Je te prends par les mains et pour cette valeur que tu as donnée
Milliers de fois sois remerciée de cette faveur

Avant que tu ne sois dans ma vie dans aucun jardin
Il n’y avait de fleur dans aucune ville de tour
Et dans les arbres quelques fruits douteux
Nos corps enlaçant les troncs d’arbres
Purifiant des péchés dans le lit tortueux

Aucun panneau ne disait viens ici
Alors que toutes les villes disaient je suis ici
Demandant où est le commencement de ce halo naissant
Je vois notre mer cette mer où nous proliférons vers les rivages
En regardant tes yeux qui sont serments à mes égarements

Je ne t’ai pas promis de choir du plus haut point du plaisir
Pas de parole donnée pour amplifier et cacher tes désirs
Tant que je ne suis la plus chaude eau de mer et ne m'y suis baigné
Je ne reconnaîtrai pas de vent ayant ton nom
Et me tiendrai telle une majestueuse montagne devant toi dressé


(Traduit du Turc par Hamiyet Yıldırım)

1 Şubat 2010 Pazartesi

Hiç sevmediğim Fransızca kelimelerden birisin


Seni Paris’te tanımadım. Paris yoktu.

Seni bir İstanbul sokağında, ihtimal yoksul bir sokakta tanıdım. İki bina arasına gerilen çamaşır iplerinden başımı kurtarınca tanıdım seni. Tütsüler içindeydin. Boya, vernik ve çuha kokuları içinde…

Sarmalıyordun. Bacak aramdan başlayan telaşın sınırlarında gezinen parmakların uyluklarımı da sıkıyordu. Canım acıyordu, açtım ve bana doğru geliyordun. Geliyordum. Geliyorduk.
Geldim derken bile ağzın sımsıkı kapalıydı. Gözlerimle bir şeyler anlatmaya çabalarken beni tehdit eden gözlerinle daha da yanıyordu bacaklarım.

Geldim. Burası Paris. Ama sen yoktun. Paris’e geldiğimde şehrin hiçbir uzvu kalmamıştı. Kitaplar en güzel mezarlıklardı. Sahneler yanıyordu ve dansçılar yerden göğe yükselirken bit pazarı şairleri ağlıyordu, çünkü şehir elli yıldır işgal görmemişti. İşgal devri kapanmıştı ve yapılacak başka da bir şey yoktu.

Paris yoktu dediğimde ben varım, demedin. Sustun. Neyini içime çektim bilmiyorum ama bir kafede camlar buğulandı ve gazeteci çocuk sabahın belediye başkanıydı.

Şiirler çoktan lağımlardan akıp gitmişti. Seine, Akdeniz’e, deniz okyanusa, okyanus yarına kavuşmuştu ve gelecekten hiçbir şey ummuyordum, beklemek pazarında çifti elli santimden satılan balinalarla bir işbirliğim yoktu.

Paris’ten kimseyi tanımıyordum. Bu yoksunluk bana bir kimlik kartına bile yol açmadı. Olana verilenler, gidene yağanların zerresi gelene verilmiyordu.

İki yana ayırdım şehri: Olanlar ve gelenler. Her ikisinin de arası bildim bileli açıktı ama çizgi çekilmemişti. Herkes karşı çıkıyordu, olmayana bile.

Bütün saatleri sordum. Topladım sayıları. Çıkanı dünün tarihinden çıkardım ve Pont-Neuf’e böldüm. Son Otobüs Durağı’na ve Mavi Portakal Sokağı’na çıkan caddede yürüdüğüm elli adım şehrin nüfusunun bütün nefeslerine bedeldi. Çanlar anayasasız çalmıyordu artık, gök borsa kapanış saatlerinde kimsesizdi. Üzerinden hiç savaş geçmemiş bir Avrupa kentinde bulundum ve haritalara baktığımda böyle bir kent yoktu.

Paris’te öldürdüm kendimi. İzler bıraktım. Nehrin kıyısına kadar yürüyen öpüşme izleri. Doğan güneşte kurusalar bile hiç sevmediğim Fransızca kelimelerle yazdım ölüm mektubumu.

Halil Gökhan