6 Aralık 2012 Perşembe

B Kitap, buyrun benim!


Perşembe günü Microsoft ve Barnesandnoble.com 
kişisel bilgisayarlar ve cep telefonlarından
 okunabilecek elektronik kitapların satış planını açıkladılar.

REUTERS, 1 Haziran 2000


Önlenemez tarihsel soru: B Kitap nedir?

B Kitap, e-kitabın daha çok söylem ve eylemlere oturduğu son on yılda standarttan adının yeniden söylenmesine doğru bir ihtiyaca yürüyen kitap türüne verilen addır: Basılı kitap!
Basılı'yı B olarak adlandırmamızdaki pratiklik sadece altı harf yerine tek harf kullanmaktan değil, "basılı, baskı kağıt, normal, eski, klasik vs..." kelimeleri de içine alan kafa karışıklığını gidermenin de basit bir yolu olmasından ileri gelmektedir.
E kitap mı B kitap mı?
B'den E'ye kitap.
B kitabın E kitaba karşı dayanılmaz direnişi... gibi yazılar bundan sonra daha kolay yazılabilsin diyedir tüm bunlar. Zira her yazı öncelikle bir başlık demektir.

İnternet yeni bir kağıt ya da baskı türü mü? 

Hep sorguladığımız bir şeydi internet yeni bir kağıt ya da baskı türü mü? Çıka çıka oradan elektronik ve sayısal grafikler halinde, daha çok okuma-araştırma ve bilme pratiklerine yönelik e-kitap çıktı. Aslında e-kitap 90'lı yılların sonundan beri konuşuluyor ve okunuyor. Bilgisayara indirilen dosyalar ve korumalı CD'lerden e-okuyucu cihazlarına, oradan akıllı cep telefonlarının geniş ekranlarına ve tablet bilgisayarlara kadar e-kitap hakkında neredeyse yirmi yıla yaklaşan  bir tarih içinde çok şey söylemek artık mümkün. Nereden geldiği belli olan bu fenomenin bir video oynatıcısı gibi dönemsel, foto-roman gibi araçsal ya da küçülen ve sonra büyüyen cep telefonları gibi ergonomik ve fonksiyonel olarak yola devam etmeyeceği kesin, tek başına. Artık e-kitap da masaüstü, cep telefonu hafızası ya da sınırlı ve özel cihazlarla durdurulamayacağı kesinleştiğinden bir ağ üzerinden okuma paylaşımını gerektiren son platformuna kavuşmuş durumda. Sürekli değişen dosya türleri ve keskinleşen büyük ağ kartelleşmelerinin yanı sıra yazılımın ve içeriğin teknoloji devleri bu platformu besleyen işlem tabanları üretme yarışındalar.

E-kitap pasta mı portföy mü?

Daha fırından çıkmadan yapılan bir kek tarifi düşünün. Bir şeyler için geç kalınmış olmaz mı? Pasta fırında ama kek tarif henüz ortada yokken nasıl yapıldı? Sanırız 90'lı yılların sonunda internet ve bilişim teknolojileri ile atağa geçen risk sermayesi alanının satış-pazarlama konusuna bakışı biraz da böyleydi. Aynı bakışla içeriğin, yazarın, okurun içinde bulundurulmadığı bir e-kitap teknoloji ve iletişiminin içinde yazar ve okur olarak nasıl ayakta kalacağız. Teknoloji sermayesinin devamlılığı için kültürün hiçbir temel kuralını takmayan bu risk şövalyeleri için e-kitap, tablet bilgisayarlar ile akıllı ve daha akıllı cep telefonlarının satış dayanaklarından başka nedir ki?
Kültür, şu özelliği ile yüzyıllar boyunca ayakta kalmıştır: O sadece bir kek tarifi değil, aynı zamanda kekin yapılış mantığıdır da...
Kek kabının bu mantığa egemen olması ancak rüyalarda olur.



11 Kasım 2012 Pazar

Engelsizsinizlikleştiremediklerimizdenmisinizliksizlik

Empati

Pazardan domates alır gibi yap. Bunu yapmadan sakın konuşma. Durumlara ve kısıtlara isim takma. Önce yap, sonra düşün ve konuş.
Şimdi başla. Domates alır gibi. Koklaya koklaya, dokuna dokuna, eze eze. Tezgaha geri koyma. İçinde o anı bir mücevher gibi sakla.
Ellerini ya da ayaklarını bağla. Hareketsiz on dakika bekle.
Yataktan düş. Kaslarını hareketsizleştir. Hiç kımıldama. Kımıldayamamayı düşün.
Gözlerini kapat. Kulaklarını. Ağzını. 10 dakika. Çok değil.

Enerji

Bunları yaparken neler hissettin.
Hissettin mi? İçindeki o bilmem hangi vitrindeki auratik yerleştirmeden ya da bambu kaplı pahalı el çantasından ya da cilt kürlerinden, şifa seanslarından ve bitki özlerinden, kılcal feng-shui damarlarından ve reiki kolbastılarının erken saatlerinden fışkıran sessiz durgun sakin potansiyel derin serin enerjiyi aldın mı?
Kahve kokusundan bile çıkıp gelebilen bu ne idüğü belirsiz bir farkındalık mıydı tanrım o?

Engelsizsinizlikleştiremediklerimizdenmisinizliksizlik

Dil her şeyi yapamaz. Tarif edemediğin bir "olumluluğu" olumsuz ifadeyle anlatmaya çalışmak, o eksik ya da yetersiz durumu anladığın anda içinde beliren korkunç kaçma isteğini gizlemekten başka bir şey değildir.
Katilden -Beni öldür! diyerek kaçamayacağın gibi "olumluluğu" olumlu ifadeyle anlatmaktan da ancak -Beni öldürme! yani BANA DOKUNMA, BANA ENGEL OLMA diyerek kaçabilirsin. Bu oyunu nasıl dilin sana oynamış olabilir.
Onu sen yazdın.

11 Ekim 2012 Perşembe

Öykülerimden birisi bir gün mutlaka Hollywood'da film olacak



Ben, ilk öyküsü Varlık dergisinde yayımlanan (1989) ve şanslı dergi kuşağında yetişen yazarlardanım. İlk yayım tarihi esas alındığında ise 23. yılı oluyor yazarlığımın, ki bu sayma işi artık daha eski kuşaklara özgü. Günümüzde yeni nesil kuşaklar artık okurlarına daha yakın olduklarından takipçileri, üyeleri ve yorumcularıyla "sayılıyorlar"...
Bu türdeki sayma işinin çöl olduğu zamanlarda 1997'de, günümüzün ruhuna yakın bir internet içerik ortamına girmiştim, çok iyi hatırlıyorum. İstanbul'daki ilk ikamet yılımdı ve o işi, çok sevdiğim bir yazar arkadaşım bana ayarlamıştı, sağolsun. Kadroya başvurudan itibaren iki sene sonra girdiğim Superonline şirketi, alan adından da anlaşılacağı gibi İngilizce olan adını dünyada önlerde yer alacak bir vizyonla, hem de Türkiye'den almıştı.
Şimdi, bir dakika, ben ne anlatıyordum, buraya nasıl geldik.
Bu hep başıma gelir. Çatallı bir anlatım tarzım vardır. Yazılı ya da sesli "konuşurken" çatalın ana dalından daha çok önemseyebileceğim bir canlı dalla karşılaşınca diplerde, ona takıldığımı hissederim. Böylelikle ana daldan kopunca konu ve bağlam da dağılır; hemen konuştuğum kişiden yardım isterim: "Ne anlatıyordum ben?" İşte o zaman da onun dinleme kapasitesini test etmiş olurum. Açık söyleyeyim bu testi çoğu dinleyicim (!) geçmiştir.
Şimdi de aynı şeyi yaşadım: Ne anlatıyordum ben?
Hemen yazının başlığına bakıp durumu düzeltiyorum. "Öykülerimden birisi bir gün mutlaka Hollywood'da film olacak."
Bu önerme yirmili yaşlarıma ait aslında. Yazarlık dünyası -ki 4-5 senedir edebiyat dünyası demiyorum, zira 40 yaşına kadar ustalarla arandaki blokaj mesafesinin adı edebiyattır, ustalar yakınlarında gençleri sevmezler ve onları uzak, ilgilerini yakın tutmak için bir edebiyat terimi yaratmışlardır ki bu terimde yazarlığın kimlik tarafı eksiktir, sadece yazmaya odaklı bir alan tarif edilir ve genellikle orada kaybolduğun için kimseye rakip olup korkutamazsın, ama aslolan yediden yetmişe kadar yarışmaktır elbette - ne diyordum, yazarlık dünyası o yıllarda isimlere dayalı olarak çok daha engebeli, sarp ve uçum uçum uçurumlardan oluşuyordu... Yeni yazarın önünde müthiş bir dekatlon yarışı var. Atletizmde olduğu gibi toplam on yarış da olsa, yarış çok, ama yaşça senden ileri olanın doğrudan senden iyi olduğu -sayıldığı değil, günümüzdeki gibi- bir stadyum vardı. Bir yarışma havası, şenlik, huzur ve heyecan yan yana... Atletizmin o birleştirici, kavrayıcı ve sağlık tarafı bütün yazarlara, okurlara sinmiş, hazmedilmiş ve kazanılmış ayaklarla kendi boylarıyla yürüyor herkes.
Yoksa bunlar 20'li yaşların o saf idealizminin büyüteci ya da 3D gözlüğü müydü...
20'li yaşlarda sen "dünyayı değiştireceğim" dersin, senden öndekilerse "önce yarışmalısın," derler... Ya da sen o anlamı çıkarırsın her söylenenden. Ne söyledikleri önemli değildir. Zaten dünyayı değiştirmek isteyen birisi öncelikle, kendi egosu dışında bütün diğer otoritelere karşı sağır olmak zorundadır. Ve elinde harita yerine reçete vardır. Birçok reçetenin içinden tek bir haritaya doğru yapılan o yolculukta belki de parkurun zorluğu, senin de güçlü, ama yeni olman böyle algılamanı sağlıyordur.
İtiraf ediyorum ki bunların hiçbirini o günlerde düşünmedim bile. Sadece öyküler yazdım. Yüzlerce öykü. Kafamın içine edepli birisi girmiş ve beynimi tutsak etmişti. Ondan kurtulamayacağımı anladığımda ona uyarak kurtulma planları yapmak için kandırdım onu öykülerle. Her öykü yazışımda daha da susuyor ve uyuyordu. Uyandığında ise daha çok acıkmış bir halde etime saldırıyordu, ben de kolu bacağı kaptırmamak için anlatmaya başlıyordum. Düz, sıradan hikayeleri pek sevmiyordu, bense şaşırtmayı çok seviyordum. Bunun hep böyle devam edeceğine inanmaya başladığım bir zaman geldi ve çok korkmaya başladım. Ben yavaş yavaş o olmaya başlamıştım. O ise anlattıklarımla maddeleşip ben olmaya başlamıştı.
İşte Anahtar Deliği, yani 2000'li yıllarda yazdığım ve öyküler buzdağımın görünen kısmı sayabileceğim ilk öykü kitabım, onun ben olduğu ve uyutulduğu dönemlerde yazıldı. Ama ben kimim hala bilmiyorum...


Devamı var: HOLLYWOOD'DAN GELEN İLK TEKLİF (yakında)

8 Ekim 2012 Pazartesi

Alex de Zorba

Sadece kasanın başına geçtim

Futbolun ölümünün para olduğunu söyleyip duranlara, paranın öldürdüğü ilk şeyin futbol olmadığını söyleyerek söze başlayalım.
Bir süredir işlerim sebebiyle bu sanal "yalan" dünyaya dönemedim. Aslında hep burdaydım, sadece kasanın başına geçtim.
Kasa başında her şey daha yalandı ve gerçekti.
Sanal dünyaya sızmanız için gereken tek yalan söyleme gerekliliği, yalanlar artınca sanaldan yalana dönmeyi gerektiriyor.
Şimdi bunları yazarken parmak uçlarımda biriken antrenman fazlalığı ve maç eksikliği duyguları birbirine hiç karışmıyor. Hayatımda antrenman olan şeyleri hep öne aldım ve maç gününü ise hep erteledim. Bununla övünmedimse de kendimden bahsetmeden öleceğimi sanırken bu yalan dünya beni son anda ego pişmanlıklarından kurtardı ve kendimi okurummuş gibi de hissettiğim bu devranda çalakalem girişiyorum gündelik hayata...

Ben yokken bir ben yoktum yani

Ben buralarda yokken, öyle şeyler oldu ki, onları bilenlere, gören ve duyanlara onlardan bahsetmekle gerçekleşecek haberciliğe girişmemem onları unutmamı da gerektirmezdi. Ben yokken bir ben yoktu yani maaşallah. Bunda emeği olan herkesin allah cezasını versin, diyorum başka şey demiyorum. Herkes ve her şey üst üste geldi; gündem dev bir balona dönüşmenin ötesine geçince balon havalanamayarak bir zeplin edasıyla patladı.
Gerçek hayat patladığında ilk önce kelimeler düşer vitrinden. Söz kaybolur ve söyleyemezsiniz söylenmesi gerekeni. Buna ben daha çok sözün ele geçirilmesi diyorum. Geçici bir süre ya da kalıcı bir sağırlıkta...
İşte böyle bir şey oldu. Zorbaca ya da çelebice gerçek hayat elimizde patladı.
Geçtiğimiz yılı güzide bir futbol kulübümüzün şike davasıyla geçirmemiz sırasında, o kulübün taraftarları ve diğerlerinin elinde alından kelimeler serbest kalınca, yazı makinesinin işleme alışkanlığını yitirmesinden olacak futbol megafonunun ağzından yanlış kelimeler döküldü ve neticede sorumlu bulundu. Alexander de Souza.

Zorba bir taverna adı değildir

Her şey yunan olabilir, ama herkes Yunan olamaz. Taverna ahlakını tercih ederseniz adınız Zorba da olsa Aleksi Zorba ruhuna zerre yaklaşamazsınız, zira Zorba damıtılmıştan çok mayalı içkileri sever. Yunanlılar, yunan kültürünü günümüz turizmiyle birleştirip maliyetine satarken, Yunanlı Aleksi Zorba'nın çok ötesinden bile geçemezler. O halde ruh olarak Zorba, Akdeniz denen iç okyanusun her yerinde ve deminde gezer. Ona bir solukla bile ulaşmanız mümkündür. Aslen de tek yolu odur Zorba olmanın.
Alexander de Souza, aramızdan ayrılıyor. Sekiz yıl boyunca yunan tarzı tüketilirken bile Zorba ruhunu yaşayan bu büyük topçu, kader olarak da ona çok yaklaşmanın arefesinde, Alex de Zorba olup öldürülerek memleketine gönderiliyor.
Sarı-lacivert renklerin hakim olduğu bu cenazede ince yeşil bir kan sızıntısı var, ama ne yazık ki göze bile çarpmıyor.

5 Eylül 2012 Çarşamba

> anahtar deliği

anahtar deliği


Saat 19.30

Devamlı bakıyorum anahtar deliğinden. Görünürlerde henüz uyanmış bir kadın yok.
Dün sabahtan beri uyuyorlar. İki kadın aynı yatakta.
Ev benim benim olmasına, ama üç gün önceki tuhaf bir telefon konuşmasından sonra zorlukla hatırladığım eski bir sevgilimin kadın arkadaşıyla birlikte ziyaretini kabul etmek zorunda kaldım.

Saat 23.35

İçeride ışık yanıyor. Hol kapkaranlık. İki nefes çekip söndürdüğüm sigaralarla doldu döşeme. Gerginliğimi üzerimden bir türlü atamıyorum. Birkaç öğündür ağzıma hiçbir şey koymadım. Uyanmalarını bekliyorum. Hayır, diyorum, aralarında ilişki nedir tam olarak bilmek gerek. Belki bu tuhaflıktan bana da anormal olmamak kaydıyla bir pay düşebilir. İkisi ve ben. Üçümüz. Kendi aramızda…

Saat 23.55

Geceyarısına az kaldı. Sabrım tükenmeye başlıyor.
Günlerdir sıkıntıdan patlamama rağmen eski sevgilimi, onunla yaşadıklarımızı bir an bile düşünmedim. Yalnızca sevişme seanslarımızı –seans diyorum çünkü doktor ve hasta değiştirirmişiz gelir bana hep, kalplerimize kazımış bile olsak beden ve yüz değiştirirken zaman içinde- hatırlıyorum. En çok neyi yapmayı severdi ben onun bana ne yapmasını severdim ona neyi yapmayı severdim…
Şu anda deliler gibi merak ediyorum. Onunla ne yapmıştık? Neler geçti aramızda? Ne zaman tanıştık, birlikte olduk ve ayrıldık?
Tam bunları düşünmeye, hatırlamaya başlamışken kapı gürültüyle açılıyor ve 23. kez aynı cümle ve aynı ses tonu:
“Bir şişe su, iki aspirin ve üç dilim kek.”
Yirmi iki boş su şişesi. Boş bir aspirin kutusu ve boş hazır kek ambalajları. Bundan önce tam altmış altı dilim kek verirken yirmi iki tabak kirletmiş olmalılar. Geri verilen tabakları yıkamadım çünkü sular da kesik.

Saat 01.50

Büyük bir gürültüyle sular geldi. Bütün muslukların açık olması yüzünden ev küçük bir sel felaketi geçirdi. Dantelleri kurtardım, ama yer minderleri kurutulacak ertesi gün. Güneş açarsa tabii. Dört-beş gündür hava kapalı. Hiç yağmur yağmadı.
Giriş katındaki genel banyoda saatlerce yıkandım. Ve aynı evde iki kadınla birlikte bulunmak ne kadar azap veriyormuş bedenime öğrendim.
Yeryüzü bir şey söylemek isteyip de zamanını kestiremedikleri için susanlara benziyordu.

Saat 04.25

Anahtar deliğinden bakmaya devam ediyorum. Kadınlardan bir tanesi uyanmış. Çünkü yatakta sadece bir tanesi var. Uyanan banyoda olmalı. Vücutları birbirine benzediğinden yatmakta olanın kim olduğunu bel hizasındaki bu delikten göremiyorum.
Aynı yatakta yaklaşık iki gündür uyuyorlar. Bu durumun bende yarattığı derin kuşku çok sarsıcı geliyor artık bana. Kim bunlar? Ne yaptılar? Kaçıyorlar mı? Polisten mi kaçıyorlar?
04.33

Ev benim. O, yani eski sevgilim, hiçbir zaman bu evi tanımadı. Diğer kadın içeri girdiğinde hiç yabancı gelmemişti aslında bana. Üstü ters bellekle örtülü eski bir tanıdık. Sanki o da bu eve yabancı değil gibiydi. Üst kata çıkan merdivene açılan koridoru şaşırmadan buldu. Oysa girişte iki koridor vardır birbirine çok benzeyen. Diğeri kömürlüğe ve bodruma açılır.


05.10
Birden hatırladım. Yanlarından küçük bir bavul ve el çantası getirmişlerdi. Bavulu odaya aldılar ama el çantasını dışarda unuttular. Ama açmam uygun bir hareket olur mu? Ya içinde karıştırdıktan sonra tekrar eski düzenini veremeyeceğim şeyler varsa?


05.15
Tereddütüm uzun sürmedi. Merakıma yenilip el çantasını açtım. İçinden iki peruk çıktı. Makyaj malzemeleri. Bir de kalın bir telefon defteri.
Büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştım. Çantadan aralarındaki ilişkinin düzeyini işaret edecek bir eşyanın çıkmasını umuyordum. Yapay yardımcı cinsellik araçları ya da en azından bir sexshop’un kataloğu vs vs…

06.10
Telefon defterini karıştırırken uyuyakalmışım. İçinde bana ait hiçbir telefon ya da adrese rastlamadım. Çok yer ve iş değiştirdiğimden dostlarımın rehberlerinde esaslı bir yere sahibim ne zamandır. Belli ki bu defterin sahibi eski sevgilim değildi.

07.10
Onları, yani eski sevgilimi kıskanmıyor da değilim aslında. Onca zaman hiçbir haber vermeden ortalıktan kayboluyor ve kadın bir partnerle (?!) günün birinde çıkageliyordu. Eski sevgililerimle irtibatımı hiçbir zaman koparmadığımı iyi biliyordu. Zira son konuşmamızda bunu uzun uzun konuşmuştuk. Özel bir an değildi. Genellikle sevgililerimden ayrılırken hep aynı nutku çekerdim. “Bak canım biz ayrılsak da asla birbirimizden kopamayız, kopmamalıyız. Geçmişimizi inkar olur bu.”


07.25
Günışığı iyiden iyiye salonu doldurdu. Yirmidördüncü kez gelen buyruğa boyun eğdim gene.
“Bir şişe su, iki aspirin ve üç dilim kek.”
Kendimi giderek kat hizmetlisi gibi hissediyorum.
Benim otelim burası. Müşterilerimin kaydını bile almadan bir odaya kapadıklarına tanık oldum ve kim kiminle ne yapıyor bilmiyorum.
Gözlemci olmak yetmiyor bana. Hem müşteri hem otel sahibi hem hizmetli. Hepsini olmak her yerde yaşamak istiyorum.
Kapılı bir kapı ardında bana düşen tek şey bir anahtar deliği kadar hayat.
Bu deliğin arkasında 300 yaşında gibiyim.

08.24
Kapı ilk kez ardına kadar açıldı.
İki kadın ilk kez yan yana göründü. Artık onlarla beni ayıran bir yatak yoktu.
Üçümüz de ayaktaydık. Ağaçlar gibi… Anahtar deliği bu kez bedenlerimi bir arada aynı karede görüyordu.
Gözler yoktu bize bakan.
İki doymuş beden ve bir boş beden arasında hiçbir şeyi görmekten çekinmeyen bir anahtar deliği…

(Anahtar Deliği, Halil Gökhan, öyküler, 94 s, Zeplin  Kitaplar)

9 Haziran 2012 Cumartesi

Kürtaj ve Futbol

Yakar ve top

Küçükken okulda en çok yakartop oyununu severdim. Kızlarla en yakın olduğumuz oyun galiba o oyundu.
Hayatsa onlardan arındırıldığımız, onlarla aramıza kalın duvarların örüldüğü acımasız, adaletsiz bir oyunmuş, çok sonraları anladık bunu.
Az önce gene büyük bir laf ettim. Doğru ya da yanlış, yerinde söylemediğimiz sürece yanlış atmosferde kaybolan sözler mezarlığının müdavimiyiz; bazen en iyi bildiğimin de bu haritacılık olduğunu düşünüyorum.
Kızlar kaçıp duruyordu ve biz onları yakmaya çalışıyorduk. Gen ve hormonlarımızın masum dürtülerinin ayarlarıyla oynadığımız zamanlardı.
Kimse inanmayacak belki ama bizim takımın yanmayan son adamı hep ben olurdum, çünkü kurbanların arkasına saklanmayı iyi bilirdim ve karşı takımda da genellikle Berrin kalırdı. Tazı gibi koşan ve sincap gibi zıp zıp zıplayan bir kızdı Berrin.
Ve Berrin her zaman en iyi yaptığı şeyi yapar, en iyi nişanını alır ve topu kıçıma nişanlardı.
Hala Berrin'e bilerek mi yoksa bilmeyerek mi yandığımı bilmiyorum. Bildiğim şey şu sadece: Bir tek ona aşık değildim.

Kürtaj ve futbol

Her ikisinin de en önemli ortak özellikleri önceden içlerine bir şey konulmasında yatıyor. Kürtajın kurtuluş macerası, futbolun gol tutkusuyla birleşince ortaya giriş-çıkış tüneli gibi, kafamızı sokmaktan ve çıkarmaktan bir türlü vazgeçemediğimiz o oyuk çıkıyor. Bu oyukta hem yalnız hem de galibiz. Yalnız olunca rakipler ve düşmanlar yok oluyorlar, gol atınca da doğumun tam tersi bir olgu gerçekleşiyor: Girenin çıkamaması durumu. Tabii ki gol öncesi ofsayt ya da faul yoksa.
Keşke sekste de benzer nizami kurallar olsaydı. Kuraldışılıkta goller sayılmasaydı. Seksteki tek kural biyoloji.
Seksi yönlendiren tek tehdit ise, bebek endişesi. Kadını doğurganlık jübilesine kadarki seyahatinde seks, bir partnerle uyum sorunuyken daha sonra zaten tedavülden kalkıyor.
Kürtaj ise bu seyahatte hep taca atılan top örneği, maçı durdurma ve sonra kalınan yerden hasarsız devam etme taktiği olarak karşımıza çıkıyor.

Ortaçağ'da çocukluk ve kadın var mıydı?

Şüphesiz yoktu. Tıpkı antik Yunan sitelerinde kadının soyu devam ettirme soyluluğunun bir bileşeni olması gibi Ortaçağ'da modern anlamıyla çocuk ve kadınlara rastlanmazdı. İnsanoğlu bebeklikten, yavruluktan sonra doğrudan yetişkinliğe terfi ettiriliyordu. Bu konudaki belirleyici başlangıç ise fertilite, yani doğurganlık ya da üretkenlikti.
Ortaçağ'ı şimdiki zaman kurallarına göre yargılayabilir miyiz?
Bunu yapmak bizi daha iyiye ve doğruya götürmez; aynı zamanda daha iyi ve doğru bir yere ilerlediğimizi inkar etmemize yol açar bu yargılama. Suçlar unutulmaz elbette, ama cezalar da geçmişe ilerleyemez.
20. yüzyılın ikinci yarısında kadın ve doğurmama haklarını elde eden dünyanın latif cinsi kadınlar için, gelecek daha açık ve güzel görünürken, kadraja giren siyah bulutlar gündoğumunu daha da belirginleştiriyor.
Doğada her şeyin bir vazifesi var.




25 Mayıs 2012 Cuma

Düzenli Medya Düzensiz Medya Düzen Medyası ve Düzen Medya



Düzenli Medya

Genelde yazılarımı üç kısımda yazıyorum son zamanlarda. Kısımlara ayırmamın ve başlıklar atmamın bir nedeni de o kısımlarda söyleyemediğimi söylemek ya da söylemek istediğimi vurgulamak. Aslında yazılarım daha önce kısımlı değildi, yekpareydi; yazı değil görüşlerimi içeriyordu. Sonra onlar bir düzene otursun istedim. Fikirlerin belli bir planda sunulmasının daha iyi anlaşılabilir olmalarına katkıda bulunduğuna dair çok filozof yazısı okudum. Gazetelere baktığınızda bunu görürsünüz zaten. Sıradışı yazanların pekçoğu okurlara ulaşamadan iletişimin absürd koridorlarında yitip giderler. Geriye ise sadelik, açık fikirlilik ve okur memnuniyeti kalır. Bu son on yazımdan oldukça hoşnutum. Okur sayısında çok ciddi bir artış olmasa da, en azından bütün yazıların hemen hemen yüzden fazla kez okunduğunu, okunma sayılarındaki dalgalanmaların sona erdiğini görüyorum. Düzenliliğin ilk kez burada yararını gördüğümü söyleyebilirim. Bu benim için ilginç bir deneyim oldu.

Düzensiz Medya

Eskiden parça parça yazardım. Herkese "yazılar bir kitaba yönelik de yazılmalı" desem de ben en son uygulayan olduğumu söyleyebilirim. Herkese söylememin sebebi aslında kendime çekidüzen vermekti. Bunlar öfke nöbetleri sonrasında oluşan anlık patlamalardı. Birikime açık değillerdi bu patlamalar. Yaydıkları enerji o ana özgüydü. Sonradan hatırlanması için şiddetliydiler. Belki gündem ya da genel kronoloji adına zayıf atıflardı, içerdikleri konu itibariyle. Onları zaman zaman hatırlayıp okumayı çok seviyordum. Üzülüyordum da bir kitaba giremeyecekleri için. Kimisi bir rüya, kimisi ciddi bir haksızlık gözlemi sonrasında öfke nöbetlerinin arasına sıkışan cümle öbekleriydi. Çok parçalı bir fanatiktim o yazılarda, kızdığım zaman. Zamanla o yazıların sayısıyla birlikte öfkeler de azaldı. Günün birinde sessiz alışkanlara dönüşerek şiddetlerinin almaması için öfkelerimi azar azar o yazılara -285 derecede depolamış ve öfke duyarlılığımın geleceğini garantiye almıştı. Yazılar da form olarak öfkelerimin sıkıştırıldıkları basınçlı tüpler oluyordu. Tam onları uzay boğluğuna sonsuzluğa salacaktım ki alfabenin yerini dilbilgisinin aldığı bir konumda o yazıların arasında birkaç kitaba doğru giden bir ortaklığın bulunduğunu fark ettim.

Düzen Medyası

O yazıları artık yazmıyorum. Zaman ile yaratıcılığın hiçbir zaman benden esirgemedikleri sabır ve çile, beni düzenin yeniden yarattığı bir adam yaptı. Onbinlerce kişi okuyordu artık beni. Konular, fikirler bitmemecesine aklıma yığılıyordu. Onları keyifle yazıya aktarıyor ve artık yazı süremin en az 5 katını da okur mesajlarına ayırmak zorunda kalıyordum. O cevapların bile her biri başlı başına ayrı bir yazı konusuydu.

Düzen Medya 

Yazarımız bilinmeyen bir süre için izne ayrılmıştır.

20 Mayıs 2012 Pazar

Adamlar Yalnız Olmaz 3


Yalnız adamın rüzgargülü

3.

Bir gün ben yalnızken
kendimden aşağı atlamak istediğimde
rüzgar buna izin vermedi

Ben rüzgarla uğraşırken bir çakı kesti dilimi
çok değil bir asma dalını dilimler gibi
içinden ne üzümler bağlar ve şaraplar aktı bu kesiğin

Ben bilemedim
kendime çoktum ya da acılara az
hep beni yeyip bitirdiler nefes aldıkça

Bu yüzden yalnız görünmek daha zor ölmekten



3 Mayıs 2012 Perşembe

Tefrika mı e-kitap mı ö-reke mi?

Sorunsal, soru ya da sorun


Şimdi size dosya türü, program adı, marka ve yazılım isimleri vermeden bir e-kitap yazısı yazmaya çalışacağım. Çalışacağım diyorum, zira buna daha önce hiç çalışmadım. Yazılarımda genellikle çok az referans olsa da yeni teknolojilerle burun buruna olduğumuz son yıllarda belki de 45 yaşa yaklaşmanın huzuruyla ciddi bir adaptasyon sorunuyla karşı karşıya olduğumu görüyorum.
Kırk yaşımdan bugüne kadar hayatımın üçüncü büyük, ama bu kez gönüllü eğitim-öğrenim dönemimi geride bıraktım. Dörder yıllık bu üç çevrimin sonuncusunun farkı, ondan önceki geri teptiğim kişisel eğitim fırsatlarını reddetmemdi. Hayır, teknolojiyle asla onu reddederek flörtleşmedim. Tavrım biraz da bitmekte olan konvansiyonel bir dönemin araçsal üretim tarzlarının kayboluşuna dair bir yastı.
İlk kez bir yastan sonra kaybımı geri kazandığımı gördüm ve bu kez eğitime hayır demedim. Onu kabul ve buyur ettim, ağırladım ve işte bu dönem boyunca asıl ustanın bende gizlenmekte olduğunu gördüm. Usta ilk kez çırak kabul etmiyordu ve ustalar arası bir alışverişle bu son çevrimi de tamamlamış oldum.
Çevrimin iki ucunda çok garip ama hala iki insan duruyor. Birisi, çevrimin başındaki, hala yanı başımda duran adam. Öteki, çevrim sonundaki ben ise yanı başımda duran az meraklı kişiyle bir diyaloğu kesinlikle onaylıyor; ondan kopmayı, bırakmayı asla düşünmüyor, aksine ondan beslendiğini gizlemiyor. Ve biliyor ki teknolojik ilerleme, merakları mideye indirerek, onları azaltarak çalışıyor. Tarihinde ilk kez alet ve araç nesne durumundan çıkıp özne olduğunu iddia ediyor. Buna itirazımız yok, zira özne olarak tarihin en zayıf anımızdayız nesneler karşısında.

Nesne imparatorluğunun nesnesi olan özne


E-kitap'tan hala bahsetmedimse de ben su yatağından konuşmayı seviyorum konu nehir olduğu zamanlarda. Şu günlerde ilgililerinden epeyi beğeni ve merak toplayan tefrika.net çalışması, halen e-kitap'ın içinde bulunduğu ve şimdiki zamanımızla çakıştığı yeri tarif etmeye başladı, kanımca. Acaba ilk tefrikaların gazetelerde yayımlanmaya başladığı zamanlarda, şimdi kitap/e-kitap arasında birtakım tahterevallicilerin yapmayı çok sevdikleri giden kalan oyunu da oynanmaya başlamış mıydı. O devirlerde dünyadaki yazar, okur ve matbaa verilerinin kendi içlerindeki oranları, hiç kuşkusuz bugünkü oranlarla farklılık göstermiyordu. Gazetelerin yaygınlığının giderek artması, şimdiki internet ortamının daha dinamik hale gelişine benzediği kesin. Tefrikaların, okur ve yazarlarda yarattığı korku, imrenti ya da dehşet, insanın eskiyen aracı unutup yenisine gözünü diktiği trajik ana ilişkin olduğu açık.19 yüzyılın ortalarında büyümeye başlayan tefrika türünün başarısı karşısında elbette tepkiler hemen yerini aldı. Bazı eleştirmenler tefrika yayınlarını bir halk ve sanayi edebiyatı, kitle kültürünün değeri düşük bir özelliği olarak gördüler. Kimi asilzadeler meclis kürsüsünde söz alarak bu tür romanlar yüzünden hayal gücünün mantığı bozduğu tehlikesinden bile bahsettiler.

Tefrika/ahlak, e-kitap/modern ilişkisi

Tefrika.net'te bulunan ayrıntılı tefrika edebiyatı tarihinden okumaya devam edelim: "Sadece maddi çıkar taşıyan bu romanların okuyucuyu ahlak çöküntüsüne uğratacağı ve buna bağlı olarak yazarların da yeteneklerini kötü amaçlara alet edebileceğinden korkulduğunu belirtmiştir. Alfred Nettement ise tefrika romanların taşıdığı ticari kaygının bütün edebiyata yayıldığını belirtmiştir. Bu romanlar sadece içeriksel değil, biçimsel olarak da eleştirilmişlerdir. Okurun ilgisini ayakta tutmak zorunda olan tefrika yazarları ise bir bildirge yayınlayarak eleştirilere cevap vermişlerdir. Ayrıca, bu edebiyat türünün işçi sınıfına kolaylıkla okuma yazma öğreteceğini de savunmuşlardır."
Geçmişte edebiyata daha açık ve kesin görevler, hizmetler atfedildiği son derece aşikar. Bugünkü dolaylı durumunu da kötüye yormaktan ziyade insanın kuşkuları, korkuları ve sezgileri arasındaki bir meydan savaşı olarak görmekte çok yarar olacaktır.
Aşağıdaki son cümlelerden sonra da e-kitap'ın nasıl bir dar kapı ya da tünelden geçeceği, oradan da nereye gideceği daha iyi öngörülebilir sanıyorum:
"Bu roman türünün ilk çıktığı çağda kamuoyunun beğenisine göre ve hızlı yazılması yüzünden kötü eserler verdiği sıkça söylenmekteydi ama bugün bu düşünce geri tepmiştir çünkü birçok tefrikacının adı belleklerde kalmıştır. Günümüzdeyse, iki dünya savaşından sonra ve yeni medya araçlarının keşfedilmesiyle (sinema, radyo ve daha sonra televizyon) tefrika roman yavaş yavaş düşüşe geçmiş ve yok olmuştur."

Bu yazı için Küçük SANDIĞIN GİBİ DEĞİLSözlüğü
Tefrika.net:  www.tefrika.net adresindeki bir tefrika roman yarışması.
E-kitap (eBook ing.): E-okuyucu ya da tablet bilgisayar ve akıllı cep telefonlarından okunabilen elektronik kitap.
Öreke: Yünden ip yapmayı sağlayan bir düzenek.

Belki de rakip bile değildik seninle

Bir fenerliye can simidi atma denemesi

Belki de kardeş sayılırdık seninle. Deniz fenerinin Almanya'da bir örgüt olduğunu biliyordum ben. Dünyanın bütün fenerlerindeki ışıklardan fenerlerin yol göstericiliğine kadar, yüzümü aydınlatan bu büyük anlam bir yana o örgüt bir yana dedim. Nedense sınırlarımıza giren her adalet çabasının, anlamsızca geri püskürtüldüğü yetmiyormuş gibi adındaki fenerden gelen eylem de sorgusuz sualsiz, hayatımızın hapishanelerden yönetilme boşunalığına saplanıp kaldı. Hapistekine sen bir kere soramadın "Abi bunlar doğru mu?" diye. Fırsat mı verdiler. Köprülere, meydanlara, bağdatlara, store'lara yolladılar yoldular seni. Sene başında en iyi futbolcularını kaybettin, onlardan kalan paraların aritmetiği yasaktı. Çünkü ant içmiştin. Ölmek var dönmek yoktu.
Nasıl oldu da göremedin bugünlere gelen yolu? Sana hem kızıyor hem de teessüf ediyorum. Üç yıldızdan, üstüste 4 şampiyonluğa, ordan en büyük stada... aslında her şey bir adamın rakip takım kompleksi ve korkusundan başka bir şey değildi. Sana da bu korkuyu "başkasının korkusu" olarak geçirdi ve sen öyle bildin.

Artık yeşermeyen sahalardan sen sorumlusun

Mağduriyet memleketimi nasıl teslim aldı biliyor musun? Önce kanun hükmünde kararnameyle mağduriyetin adı değiştirildi. Sonra bu hastalık sana da sıçradı. Bir senedir kendini mağdur sanıyorsun. Ve kalkıp adını andın bir de, o ruhla, Kuvay-ı Milliye'nin; Atatürk'ün bile. Kendini o isimsiz kahramanlarla kıyasladın. Ben asıl bunu anlamadım. Biz İngiliz miydik, Yunan mı, İtilaf mı? Hadi zaten Atatürk'ün takımı şudur budur diye diline dolamıştın, rekabeti sahada bırakmayan her yerde onu arayan bir kelle avcısı olarak. Unutma arkadaş, çoğu savaşı da sen başlattın. Hiç merak etmiyor musun Avrupa ve Anadolu neden şimdi birbirinden elli bin Boğaz daha uzakta? Neden yalnızsın?
Bu sene hep sen çaldın ve sahnede bütün rolleri, tekstleri ve replikleri sen oynadın. Ama bu yaptığın tiyatro oldu mu ya da tiyatro yapmak sana yakıştı mı, buna tarih karar verecek. Provalara bakılırsa Shakespeare kararı çoktan vermiş aslında. Yaptıklarına gerçekten inandın mı?

Fırsat kriz de demektir uzakdoğuda

Şimdi kalkmış, son güne kadar, daha cenazeler kaldırılmadan bakıyorum da başarı kovalar oldun birdenbire. Herkesi o ya da bu şekilde ben mağdurum ben mağdurum diyerek kendine benzettin yıl boyu. Hep sana acımamızı sağladın. Yılın her gün her haftasonu her maç öncesi sonrası seni konuştuk, parlattık, kurtardık. Nasıl da unuttuk bak sen de gayet güzel bir başarı adayıymışsın. Ama sana yakışmayan şu oldu. Hiçbir zaman göğsünü gere gere ortalığa çıkamadın. Hep ezik hep başı önde, yerine gelince kaplan gibi -arslan gibi değil- yırtıcı.
Son terennümün de takımının ele geçirilmeye çalışıldığı üzerine.
Hani yirmibeş milyonduk eski kardeşim? Hani en çoktuk. Ve korktuk, korktun korkulmaması gerekenden. Kendinden. Sana benzemekten, senin ona benzememenden korkan adamdan.
Şimdi hepimiz birden o keyif için geldiğimiz, yakartop sıcaklığıyla maçlar, ligler çevirdiğimiz mesire yerinin bir uçurum kıyısına da komşu olduğunu öğrenirken oraya yuvarlanıyoruz aynı zamanda. Farkında mısın?
Yazık ettin bize kardeşim.
Uçurumdan düşerken gözlerime bile bakamıyorsun. Farkında mısın?






10 Nisan 2012 Salı

Festivallerin sonu mu geldi?


Sanat için sanattan kurum içi(n) sanata

Geçenlerde gecenin epeyi de ileri bir saatinde, ahlak ve erdemine çok inandığım esaslı bir arkadaşım benden yardım istedi: Sinema festivali için gittiği bir seansta önde oturan bir hanımın film başlamasına rağmen olanca inatla akıllı cep telefonundan sosyal medya profillerinden kopmamakta gösterdiği ısrar arkadaşımı deliye çevirmişti. Saygısız izleyiciyi uyarmış, bu uyarıyı yanındakiler de desteklemiş, ama genç kadın onların kanını donduran ve orada, bir film festivalinin özel seansında neden bulunduğuyla ilgili gerekçelere çok ters mantıkta bir cevap vermişti:

-Sana ne!

Burada filmi donduralım ve biraz geriye gidelim. İnsanlık için çok kısa, ama sinema tarihi için uzunca bir süre geriye; kırk seneye yakın bir zaman öncesine. İstanbul'da bir kültür sanat vakfı kuruluyor. Saygın bir işadamı ve sanatsever ailenin önderliğindeki bu festival günümüze kadar birçok sanat etkinliğine imza atıyor ve ölümsüz İstanbul film festivalleri de bu vakfın himayesinde serpiliyor boy atıyor gelişiyor. İstanbul'un ölümsüz ve ezeli kültür semti Beyoğlu, bu etkinlikler sayesinde eski batılı tarzını sürdürebiliyor. Şehir kültürü bu vakfın duyarlılığı sayesinde çağdaş dokusuna kavuşuyor bir anlamda.

Peki o kız orada n'arıyor?

Bu soruyu arkadaşıma sorduğumda onu birkaç film seansında daha gördüğünü ve o ters cevabıyla bu durumun çeliştiğini söyledi. Biraz ara verip festivalizmden bahsetmeliyim. Senelerdir duyduğum ve bana amansız imrenti veren bir gelenektir artık bu İstanbul'da: Salonlar tıklım tıklım dolmasa da ellerinde koçan koçan biletler, başta hanımlar olmak üzere festival süresince o filmden bu salona, şu yönetmenden bu aktöre koşturulur durulur artık. Tarifsiz bir heyecandır bu. Yıllar içinde yavaş yavaş dünya çapında festivallerde yaşayan bir sinema tadı ve geleneği yer eder. Macaristan'da geçen sene "sanatsal" bir film mi çekildi? Onun ülkende vizyona girmeyeceğinden eminsen de bir gün mutlaka film festivaline geleceğini adın gibi bilirsin. İşte böyle bir şeydir festival. Entelektüel bir gusto yaratır kültürlü sanat gurmelerinin dimağında ve damağında. Gerçekten ciddiyim, buna inanıyor ve altını özellikle çiziyorum: Sanat yaşanabilir bir şeydir. İyi ki sinema var. Tabii ki diğer perde, sahne ve temsil sanatları da. Sinemasız bir opera, tiyatrosuz bir bale düşünülebilir mi aynı sanatsal çanakta. Hepsi birbirini etkiler, besler, anlamlandırır.

Arkamda oturan üç bayana anlatamadığım şey 

Gecenin o saatlerinde arkadaşıma hak verip, onun twitter mesajlarını başkalarına da yönlendirip dayanışmayı sürdürdükten sonra bir hayal kurdum: Bir arkadaşımı arıyorum. Beyoğlu'na çok inmez. Kültürle sanatla çok ilgisi yoktur. O sene bir yerden başlamaya karar verdiğini biliyorum. Bir şey olduğunu hissetmek, tahsillerinin karşılığını vermek, yüzeysel bulduğu yakın çevresinden uzaklaşıp, farklı ve farkındalıklı olmak adına geçerli nedenler aramak ve bulmak istediği her halinden belliydi. Derken film festivali programı geçiyor eline birden. İnternetten on tane film bileti satın alınıyor hemen. Saatlerin çakışmamasına özenle dikkat ediliyor. Mekanların da. İlk kez gittiği için de yeni şeylere tanık olacağını, yeni kişilerle belki karşılaşacağını hayal ediyor. İçi ısınıyor. Yüzeysel dostluklar, içi boş ortamlardan öteden beri sıkılıyordu. Başka bir şey arıyordu o.
Hayal bu ya. O arkadaşım festival esnasında tam film başlarken facebook veya twitter'dan heyecan içinde takipçilerine ya da arkadaşlarına gittiği filmin bilgilerini, o ortamın elitizmini, insanların şahaneliğini yeni yakaladığı farkındalıkla anlatırken arka koltuktan ciddi bir sesle uyarı alıyor. O anda başından aşağı inen kaynar sular, o gün takındığı günlük kültürel kimliğini de silip süpürüyor ve eller havaya ruhu kabarmış olan arkadaşım dönüp mahvediyor yeni kimliğini:

-Sana ne!



7 Nisan 2012 Cumartesi

Neden her şey Amerika'da geçiyor?

Nerden bileyim?

Ama anlamak istiyorum.
Sadece Amerika'yı izlerseniz bu izlenime kapılmanız çok normal, demem gerekiyor burada.
Eğer soruyu "her şey neden Amerikalıların başına geliyor" diye sorsaydınız o zaman cevap "çünkü senaryoları onlar yazıyor" olacaktı.
Bize göre Amerika diye bir yer var, ama Amerikalılara göre dünya diye bir yer yok: Dünya eşittir Amerika. Her şey Amerika'da geçiyor, çünkü her şey orada imal ediliyor.
Ediliyordu, madde olarak... Ama daha sonraları buna rüyalar da katıldı. Avrupa ve dünyanın kalanını dünya savaşlarına sürükleyen bütün nedenlerin tam karşıtı hayaller, beklentiler ve idealler... Din, ekonomi, yönetim konusunda Avrupa'da olanın ve yapılanın tam karşı kutupları Amerika'da "american dream" olarak adlandırıldı. Bu rüyayı belki de en iyi Türkler anladı -görmeyerek- zira dev sanal ansiklopedi Wikipedia'nın Türkçe'sinde amerikan rüyası 377 harf karakteri kadar tanımla yer bulurken, İngilizce'sinde bu tanım 23.709 karakterle kendini buluyordu.

O rüyayı biz gördük

Görmeye de devam ediyoruz. "American dream" deyince herkes 1.000.000 USD, Florida sahillerinde villa, malikane, süper hızlı otomobillere sahip olma hayali görüyor. Garsonluktan milyonerliğe, temizlikçilikten Hollywood yıldızlığına giden mesafe iki metro durağından daha kısa ve daha da önemlisi bu mesafe mümkün. Amerika bunu herkese kanıtladı. Dünya Amerika'yı, amerikan rüyalarını görmek için orada yaşayan, beklentiden kıvranan insanlar topluluğu olarak görürken, Amerika'da ise bu rüya çoktandır görülüyor. Avrupalı duyarlılığa göre rüya, psikanalizin önemli bir konusuyken Amerika'da pragmatik psikanaliz en trendy rüya konusu.
Amerika, tam da Avrupa'nın tersine insan ruhunu parçalamıyor, onu toplumu açıklamak için daha sonra toplayıp hapsetmiyor. Tam aksine insan ruhu rüya görmüyorsa toplumu defalarca parçalayıp, çekirdek rüyanın ayarlarını düzenliyor ve bundan sonra şehirleri, eyaletleri, ulusu ve devleti tayin ediyor. Avrupa iki yüzyıldır rüyaları analiz ederken, Amerika analizlerin rüyasını görüyor.

Amerikan rüya sineması

Bu rüya nasıl görülüyor?
Çok da karmaşık değil aslında.
Sadece Amerika'ya düşen göktaşları ve sadece orayı tercih eden uzaylıları hepimiz yakından tanıyoruz. Son yıllarımızı sarıp sarmalayan apokaliptik bilimkurgu filmleri, dünyanın sonu felaketlerini çeken zombi sineması... Vampir romanları, fantastik kurgu filmleri... Bunlar ve benzerleri Amerika'nın görmeye devam ettiği rüya kategorileri yalnızca. İşin daha da derininde bu rüya sinemasının sadece bir sahne perdesi olduğunu görüyoruz. Daha da derinlerde samimi olarak Amerika bu rüya sinemasını kendi dinsel ritüeli, ekonomik sarhoşluğu ve başkanlık zaferleri olarak resmen yaşıyor. Orada sadece bir güç, imparatorluk, zorbalık görmek isteyen avrupai bakışların hepsinde biraz eksiklik, kötü yerde konuşlanmışlık var cidden. İyi-kötü, doğru-yanlış eksenleri üzerinden Amerika'yı sonsuza kadar beğenebilir ya da nefret edebiliriz. Bu onu iyi anladığımızı asla göstermez.
Her şey her zaman Amerika'da geçer. Bu iyi ya da kötü değildir.
Bu bir rüyadır.
Sadece.







2 Nisan 2012 Pazartesi

Ayşe Arman Hürriyet'e genel yayın yönetmeni mi oluyor?





Rüyada Ayşe Arman görmek

Rüya tabirlerinin en iyi tarafı sembollerin kullanılmasıdır. Semboller, rüyaları sınıflandırırlar. En iyi tarafları da rüyalarda her şeyin iyiye yorulmasıdır. Gerçek hayat ve dünya zaten acımasız ve adaletsizdir. Bizler de kurtarıcılığı sembollere yükleyip her rüyadan bir kurtuluş umudu yaratırız. Anlayacağınız rüya tabirleri kitapları tam olarak "yardımcı" kitaplardır.
Gazetesinin rüyada ve rüya gören köşelerinin yazarı olan Ayşe Arman, bu rüyadan hiç uyanmayacağa benziyor. Hatta gazetesinde çok yakında uyanık düş gören kimse kalmayacak ve bunları görmezden gelen Ayşe Arman, hiçbir şey yokmuş gibi rüyalarına devam ediyor. Yakında bir hayaller alemine dönüşecek olan gazetesinin rüyası olarak sarı kaküllerini yüzüne döküp gene konuğundan rol çalan ve kendisini ön planda gösteren açılış resimlerini vermeye devam edecek.
Ayşe Arman'ın o gazeteden en son gidecek olması onu kendi rüyası içinde nasıl birisi yapar? Rüyasında Ayşe Arman'dan başka bir şey görmeyen Ayşe Arman, pek yakında gazetesini nasıl bir halde bulacak? Piyanonun torpilli pembe tuşu olan Ayşe Arman'ın karşı-notasına basılması için 20 senelik bir yayın yönetmeninin siyah tuşundan sonra bir beyaz aralığı verilmişti ve şimdi sıra bu pembe tuşa geldi.

Onun adından başka bir şey hatırlamamamız gerekiyor

Ayşe Arman sarı kakülleriyle çok yanlış yapıyor. Bu hatalı imaj çalışması ileride başına dertler açacak. O güneş gözlüklü ve tombul yanaklı fotografına kısılıp kalmıştı ilk yıllarda, sonra anoreksik bir yüzle, dikine, yüksek topukluları, mini etekleri ve çıkma dişleriyle halk arasında da endam etti. Ayşe Arman'ın TV'ye çıkmaktan kaçınması, birkaç kötü deneme dışında çok doğruydu, ama gelgelelim gazetesinde ona ayrılmış rüya köşelerini TV gibi kullanması son derece trajik bir yanılgı, bizden söylemesi.
Yirminci yılına muhakkak hızla yaklaşıyordur kendileri, ama yine de gazeteyi televizyonlaştırma çabaları tamamen boşa çıktı. Gazetesi amiraldi, ama neticede bir gemiydi ve bilirsiniz karaaşırı yerlerde telefonlar ve televizyonlar iyi çekmez.
Şu da var: İnterneti ve kitabı iyi kullanamadı Ayşe Arman. Sonradan bunlara çok hayıflanacaktır, eminiz. Hız sırasıyla işlemek kaydıyla bütün medyaları kullanabilirsiniz, sakınca yok; yeter ki yavaşla hızlıyı desteklemeye, hızlıyla yavaşı yarıştırmaya kalkmayın.
Ayşe Arman'ın adından başka bir şey geriye kalmayacak, öyle görünüyor ve bu durum "ee ne var başardı işte kadın, isim oldu marka oldu" diyenler açısından en az Ayşe Arman için olduğu kadar vahim. Müşterisi (ürün) ya da alıcısı (hizmet) olmayan bir çalışma (gazetecilik) ise sözkonusu olan, siz bunu gerçekten anlamamışsınız Ayşe Hanım.

Abyssus abyssum invoc

Son dersimiz olan Latince deyimlere gelmiş bulunuyoruz. Yukardaki ukala dümbeleği söz yumağı özetle şu anlama gelir: "Uçurum uçurumu çağırır." Veya hiç düşünmeden yorumlarsak felaket felaketi çağırır (doğurur). Sarı kaküllerden, gazeteyi televizyonlaştırmaya kadar Ayşe Arman'ın kendisi için hazırladığı kariyerde hızlıca tırmandığını çok iyi gözlemliyoruz.
Yazımızın başlığını tekrarlayalım şimdi: "Ayşe Arman Hürriyet'e genel yayın yönetmeni mi oluyor?"
Şu ana kadar yazdıklarımızla artık bir bağ oluşmuştur sanıyorum. Başından beri veya değil, ama Ayşe Arman Hürriyet'e genel yayın yönetmeni olarak hazırlandı. Hiçbir kriz, yönetici, hükümet ve mesleki türbülanstan etkilenmemesini başka neye bağlayabiliriz?*
Ayşe Arman çizgisi -çizgi demek zorundayım zira ona eklenmiş bir takipçi henüz görünürde yok ya da o vagonsuz bir tren hala- abyssus'lardan yani felaketlerden ve uçurumlardan, ama sadece bu dramatik seviyelerin yüzeysel duruşlarından beslendi yıllarca. Ayşe Arman hayatı boyunca sadece haber değerleriyle söyleşti, gazetecilik şadırvanının etrafında dolandı durdu, bir türlü abdeste ve imana durmadı. Hiçbir mabede girmeden bir mabed tarif etti ve şu günlerde ona hazırlanan amiral tersanesinde -deniz de bitti gemiler de- birkaç metreküp su içinde, sanal gerçeklik oyuncaklarıyla bu mabedin ilk ve son mümini olarak mutlaklığını ilan edecek.
Çünkü gazetede ondan başkası kalmadı.


*Ertuğrul Özkök'ün gazete yönetimini bırakmasından sonra onun devam eden etkisini soğuracak yeni bir pasif yönetim işi devraldı ki yeni ve esas genel yayın yönetmenine görev sert bir geçişle değil, uygun bir ortamda sunulsun, diye düşünüyoruz.

23 Mart 2012 Cuma

Adamlar Yalnız Olmaz 2

Yalnız adamlara iyi davran

2.

Yalnız adamdım. Dertlerin tam ortası. Unutulmakların mezarlığı.
Taşlara çarpa çarpa bitti tören. 22 pare mermi atıldı, kimse bilmiyordu nerde öldü bu cenazeler ve neden madalyalarıyla gömülmediler.

Yalnız adam, kefen ticareti yapmaz.
Yalnız adam, bakakalır, uyuyakalır, Galata Kulesi onun yıkılmaz mezartaşıdır.
Cenevizliler en yalnız adamlardı, kimse görmedi mezarlarını.
Ve İstanbul batarken ufukta sakaları gördüm, güneşi söndürmekten geliyorlardı, sarsılan kuyularla dipten sarnıçlar yaklaşıyordu il idare meclisine.

Camdan kefen yaraşır hiç batmayan şehre.
Yalnız adamlar aranıyor, pişmanlıklardan bıktık artık. Onlar gitmeden anlayamadık, bu şehirde nerelerden neler var?

Adamlar Yalnız Olmaz 1


20 Mart 2012 Salı

AŞK: Kısa Süren Sonsuz Mutluluk

Aşkın küçük yolculuğu

Yanlış formüllerle doğru deneyleri yaşayabilir miyiz?
İşte bütün sorun bu. Bir kafatasını yukarı doğru kaldırmamıza gerek yok Hamlet gibi. Tek sorun o kafanın içinde nelerin döndüğü.
Bize sonsuz zamana ve uzamla beraber verilen özgür irade neden ölümlü ve sonlu bir bedene hapsolunmuş? Bu bir ödev olamaz mı: Bedeni ölümsüzleştirme ödevi.
Bedenimizi ölümsüz kılacağımız güne kadar ödevi bize devamlı hatırlatacak eylemlerden en önemlisi aşk olabilir mi? Olabilir, ama aşkı hemen sosyal hastalıkların doktoru gibi göreve çağırmak, aşktan dönüşüm ve değişimler beklemek, onun rüzgarına kapılıp her türlü doğruyu kenara atmak ve terk edildiğinde ölümlü bedenin yasını tutarcasına susmak, hataları düşünmek, yanılgılar meditasyonuna gömülmek.
Aşkın bu küçük yolculuğu ruhu bedenden ayırmaya yeter de artar bile. Gelgelelim ona bir ilim, bir ansiklopedi ya da terapi olarak bakmak, ciddiye almak, gerçek dünyada ona çok yer vermek, onu yok etmenin en önemli silahlarıdır da.

Aşka kaç gün dayanabilirsin?

Aşksız yaşanmaz. Bu sözü parasız yaşanmaz sözünden daha çok duyarsın. Ortak noktaları ikisinin de kıt olmalarıdır. Farklılıkları da yöntem konusunda başlar. Aşık olmak ya da aşkı korumak için yöntemler yoktur.
Kimi onu görmeden duramaz, kimi her gün her saat düşünür kimi de ayrılınca anlar aşık olduğunu ya da sonsuz uzatmalara yaslanıp uzatır uzatır kimisi. Bunlardan en önemlisi melankolidir.
Melankoli bir yöntem mi? Aşk hastalığını güçlü bir semptomu olsa da bir kayboluştur daha çok. Aşka uzanmanın, ona sahip olmanın kıyısında acıları kurtuluş, hastalığı da aşk sanabiliriz. Melankoli görmekten vazgeçiştir. Duyusuz görmeyi denemek. Duygular yoluyla kimyaya haritacılığı öğretmek.

Tanrı, aşkın ışığı mı?

Seküler bir tanrı kadınları sevebilir. Kadınlar bu dünyadandır ve erkeklerse evrenin güçlerini -tek yanlı bir görev olarak- teslim ederler. Erkeklerin dünyadaki soylarını devam mecburiyetlerinin nesnesi olan kadınlarla anlaşmazlıklarının arasında geçerli etkin tek dil aşktır. Erkek ile kadın, haz ateşiyle yakınlaştıklarında ancak bu dil çözülebilir ve anlaşılır hale gelir. Her ikisinin de diyaloglarını onların dünyaya bıraktıkları şeyler olarak uzaktan gözetleyebiliriz bir tanrı gibi. Tanrı evrendir ve evrendeki her cisme eşit uzaklıktır.

17 Mart 2012 Cumartesi

Bunu sen istedin


Kimse sana kalabalıkların çölüne git demedi.
Kimse sana yalnızlığını kabullenmeni söylemedi.
Kimsenin aslında hiçbir şey demediğini çok geç anladın.

Shakespeare'in onca sonesini okudun
Lorca'da ağıtlar devşirdin
Yunus'tan koşmalarla yüzdün karanlık denizlerde

Şimdi söyle kime ait bu endişeli yüz
Bu ne yapacağını bilmeyen parmaklar
Bu nerede duracağını bilmeyen eller

Sussan şiir söylediğini söylüyorlar
Konuşsan siyaset oluyor devrim oluyor
İçindeki yalancıya inanırsan bunlar söylenecek tabii haliyle

Git kendine bir kutu bul şimdi
Bütün bildiklerini onun içine sakla
Dalgalarla vedalaş günbatımıyla vedalaş

Sevdiklerine asla daha yakın olmayacaksın
Onları çok sevmen geri getirmeyecek, onları hatırlaman
Onları var edecek, ama sen nasıl hatırladığını da unuttun


26 Şubat 2012 Pazar

Adımı çağırmadan beni öldürebilir misin?



Anozmi ve sensonesia

Hayvanların neden "konuşmadıklarını", sözlü yazılı bir uygarlığa doğru koşmadıklarını soruyorum kendime.
Aynı şeyi bitkiler için de okyanuslar için de soruyorum.
İlerleme doğa için hiçbir şeydir. Orada evrim yerine çevrimler vardır. Dil ve iletişimse insanların doğa karşısında milyonlarca yıllık mücadeleden sonra saplanıp kaldıkları bir kaybeden kazanıyor oyunudur. İnsanoğlu bu oyunu farkında olmadan  başlattı ve daha sonra tuttuğunu, doğanın gerilediğini, ele geçtiğini görünce o noktada kendi acımasız, vahşi nesillerini devreye soktu ve kendini öldürmesi de bu noktadan sonra trajikleşti.
Bu tragedya tekerlekten yazıya geçişi -kimse bir geçişten söz etmiyor, ama iki nokta arasında bir neden transferi olduğu açık- ortaya attı ve insanın kendini (birbirini) öldürmesi kutsal kitap kahramanlarına kadar yasallaştı. Açlık için başka canlıları öldürmekten, ideal için kendi cinsini öldürmeye geçiş boyunca hayvanlara yaklaşan derecedeki duyularını da insan, bilerek kaybetti ve yerine teknolojiyi koydu.
Teknoloji açık bir duyu kaybıdır (sensonesia), yani mesafe, koku ve uzak işitme yerine aletlere başvuran insan, sonuç olarak duyularını kaybetmiştir ve hayvanlarla karşılaştırdığımızda aslında dünyada kör, sağır, burunsuz (anozmik) ve dilsiz olarak yaşamaktadır. Bunun karşılığında duygularını, aklını, sezgilerini ve hafızasını güçlendirmiştir. Tahmin, hesap, plan, karar ve sezileri soyut bir alanda varoldukları için bunların karşıtları da elbette mevcuttur.

Sonumuz nasıl gelecek?

Her şeyin açlıktan ideale geçişle bugünlere geldiğimizi söylemek istiyorum. Bu uzun girişin ilk amacı buydu. İkinci amaç ise idealin bizi getirdiği halden nasıl çıkacağımıza dair bir endişeden ibaret. Açlık ideal olursa amaç da endişe olabilir. Halen endişeler, insanı istenen noktaya getirmek ve orada bırakmak için bir yol olarak kullanılıyor. Benim kullanmak istediğim endişe türü ise başka sürü soylarını öldürerek hayatta kaldığımız çağlardan, hem bu eylemi bırakmadan hem de kendi sürümüzü de katlederek devam ettiğimiz yeni çağlarda açlıkla ideali bir türlü birleştiremediğimiz karede ortaya çıkıyor. Sonumuz gelecekse bu kareden itibaren gelmeye başlayabilir.
İdeali, açlık dışında öldürmek amaçlı kullandığımızda bunu toplu açlıklardan, daha doğrusu kabile, klan ve imparatorlukların devamı endişesiyle yaptığımızdan, yani savaşı icat ettiğimizden şüphe duyamayız. İdeal, ötekini öldürmek için uydurulmuş en iyi bahanedir. Bir kişi hemcinsini, ancak ondan farklı olduğu konusunda yalan söyleyerek ortadan kaldırabilir. Ve bunu da bu farklılığı, olası bir yargılama durumunda kendini savunabileceği iddiasıyla ileri sürer. İşte kendi sonumuz, bir gün aynı farklılığı karşı tarafın da ileri sürmesiyle gelecektir. O da kabileleşir, imparatorluk kurar ve bize saldırır. Bu sözleri söylediğimiz tarih, erken bir insanlık tarihi olmadığına göre sonumuz belki de çoktan gelmiştir.

Sonumuz geldi

Evet sonumuz geldi. Bir romanla: Bir Ermeni'yi Öldürmek. Bu yazının konusu o romandı. Romanın, kendisine geliş yoluna bıraktığı dolambaçlar, tuzak ve şüpheler yüzünden romana yeni gelebildik. Belki hala oralardayız. Bu satırların yazarı olarak ben eskiden  en çok sevdiğim şeyi, yani roman tahlilini yapmayı uzun aradan sonra yeniden denerken, bu kitaba yaklaşabildiğimi, içine girebileceğimi ve oradan okurlara bir şey söyleyebileceğimi sanmıyorum. Bunun nedeni ise duvarlarında hayvan resimleri bulunan Lascaux mağaralarından hala çıkamamış olmamız.
Yazarının adını vermiyorum. Zira çok az romanda olduğu gibi yazarı da kendi adını vermeden romanını tamamlamış. İkinci romanı olmasına rağmen başyapıtını erteleyip vicdanının romanını öne alarak yayınlayan bir yazar bu. Onunla hiç karşılaştığınızı, karşılaştığınız yazarlara benzediğini hiç düşünmüyorum. Okurlarının talep ettiği, arzuladığı yollardan gelmediği için onların istediği yöne de gidecek bir yazar gibi durmuyor. Her an patlamaya hazır, ama bundan vazgeçmeye de her an hazır görüntüsünün altında onu bir harita gibi saran tevazusuyla kırgın da birisi aslında. Evet, bence o kırıldığı için bu romanı yazdı ve yayınlamaya cesaret edebildi. Kırıldığıyla kalsaydı bu kitabı okuyamazdık.
Spoiler tehdidi yüzünden romanın konusu hakkında konuşmaya çekiniyorum. Bu son bölüme kadar bütün yazdıklarım, aslında bu romana dairdi. Bu romanın düşündürdüğü ve alan açtığı fikir egzersizlerinin altında yatan birkaç ansiklopedilik, üç-beş bin kitaplık tarih, felsefe ve bilim kitaplarının ipucu olarak Bir Ermeni'yi Öldürmek nasıl kendimizin katili olduğumuza dair bitmeyen bir soruşturma.


23 Şubat 2012 Perşembe

Her şey neden seks ve değil?


Kadın tek seks partnerinde ısrar ettiği -artık gerçek sebep ne bilmiyoruz- erkekse tek bir kadına aşık olmayı aradığı sürece her şey seks ve değil.

Cevabı hemen vermiş olduk, ama eminiz bir tür erken cevabın o kadar da önemli olmadığını, önemli olanın ön cevap olduğunu söyleme taklidi yaparken, diğeri de utangaç bakışlarını saklayarak bunun bir ergenlik suçu olduğunu, genç adamlığa doğru giderken hep cevaplarını kendinde saklı tutmak zorunda olduğunu, erken öten horoza toplum içinde cevap hakkı olmadığını savunan bakışlar fırlamayı tercih etti. Hepimiz şahidiz. Hatta günümüzde hala şahit imzalarından sonra da cevap haklarını kullanan çiftlere de rastlandığını iyi biliyoruz.

Sevişmenin sapıklık olduğunu söylediği için Freud'a kızıyoruz, ama uygarlığın ise sapıklık derecesinde azıttığı düşüncesine karşı çıkmıyoruz. Hem yararlandığımız hem de yükselişine kızdığımız şey herhalde asansör olmasa gerek. Onun adı uygarlık. Onun için doğadan vazgeçtik. Değişmeyi kabullendik. İnsanca eksilmeyi ve sayıca çoğalmayı.

Her şey seks, çünkü bu uygarlığın içinde çoğalttıkça, türümüzü devam ettirme dışında bize yapmamız gerekenin bu olduğunu haykıran başka bir eylem yok. Yaptıktan sonra erkeği soğutup sürü önderliğine ya da doğanın parçası olmaya geri gönderen, kadını doğabilecek yavru ve yavrularını en iyi süreçte beklemek için salgılanan hormonların da bu uygarlık değişimine ayak uydurduğunu tam olarak söyleyebilir miyiz?

Kadının şu anda en büyük yanılgısı, salgıladığı seks sonrası hormonun erkeğe dair olduğudur.

Erkeğinse, hormonların etkilerine rağmen kadının yanında kalmasına dair bir batıl inanca tutulmasıdır, kapitalizmin çalışan tek tekerleği olan evlilik kurumu adına.

Erkek gitmiyor, zaten gelmedi ki. Kadınsa hep orada.

Ve her şey bu yüzden seks değil.


Ben sana neden bu kadar aşık oldum?


Ben sana neden bu kadar aşık oldum?
Bir marifetmiş gibi
bunu bilmiyorum

O kadar kabahat dururken
o kadar gemi dururken ve ışıklı gece sahili
sana zincirlendim

Sana doğdum sabahları
Geceleri yükseldim gülümsedim dikkatini çekmek için
Battım, ağladım, dev ve sıcaktım ama kayboldum

Şimdi ben seni aydınlatırken uyandım diyorsun
Ben gözyaşlarımı saklarken sen "ağladım" diyorsun
Aşk olsun


21 Şubat 2012 Salı

Fetih 1453, benim senaryomdu


Benimdi, ama böyle değildi. Adı "Fetih'ten Beri Neler Yaptın Fatih?"ti bir kere. İkinci bölümü "Hiç" olarak çağrılan bir dizi tam da başlayacaktı ki Fetih 1453'ün uzun metraj olarak savsaklanmasına ve ıstırap olarak çekilmesine karar verildi.
Numerologlar ve değme kabalacılar uzun zamandır uğraşıyorlardı 29 Mayıs 1453'ten 19 Mayıs 1919'a tünel açmak için. Lakin kar yolları kapatmıştı ve Anadolu'da kulaktan silkelenen kar Konstantiniye'yi derin dehşete düşürürdü. O bakımdan Kudüs'te taştan bir bacayı inşa etmek için ter döken duvarcı ustası 1453'te gayet güzel bir kumandan olabilirdi.
Konstantiniye benim ülkemdi, diyen Bizanslıyla oturup Eminönü'nde çay içtik. Sultanahmet'ten Ayasofya'ya bakarak simitle öğle yemeğimizi geçiştirdik. Akşamsa, turistlerin abluka altına aldığı Karaköy'de, Ay'ın ışığını bizden esirgeyen Galata Kulesi'ni içimize çektik.
Biliyorduk. Kudüs kızgındı Konstantiniye'ye. Ve Türkler de. Şehrin adı Muhammediye, Mehmediye olamadığı için. Ne zaman Dersaadet ve ne zaman Şehr-istanbul oldu onu bile unuttuk.
Hepimiz isimsizdik. Senaryomdaki isimleri bile ilk kez ben duyuyordum. Fethin Fatih'i, İstiklal'in Kemal'i, Kadıköylü Hasan, Manisalı Ramazan. Sessizlikler içinde dört unutulmuş, Selimiye kışlasının dört kulesinde zincirlenmiştik.
Fetih hiçbir zaman olmadı.
Fetret olacaksa, figan ve fiyasko olacaksa sonunda, büttüüün imparatorluk, ne gerek var meyi saklamaya kabında. Çıkar, doldur içelim be Hristo! Harp olmadı ki hiç. Harpler bitmez içimizde. Kovalar dururuz bir bedenden ötekine yıkılmaz kaleleri.

Fetih'i neden yaptın be Fatih?

17 Şubat 2012 Cuma

Bir kilo pamuk mu daha ağırdır bir kadın tokadı mı?



Kendisi bir uzman psikolog ve bir erkek. Uzman olmayanlar yani bizlerse kendi ruhbilimlerimizin ruhbilimcisi olarak, uzmanların bizim düşündüğümüz gibi konuştuklarını duyunca şaşırıyoruz.
Sonu ...loji ile biten bütün bilim mesleklerinde aşılmayan çizgiler vardır, halk sağlığı ve uzmanlar arasında. Bilgi ile insanın bu kusursuz sözleşmesi çoğu zaman yolunda gider, maddelere bağlı kalınır. Sözleşme yenilenmediği, geliştirilmediği ve gelişmeler sözleşmeye yansıtılmadığı ölçüde çizgi zamanla kırık parçalardan oluşmaya başlar.
"İlginç tespitler"de bulunan uzmanın da çizginin ötesindeki ben'ine ait sözleri, çizgi hakemi medya tarafından gözlendiğinde uzman, deyim yerindeyse arslanların arenasında halkın önüne atılır. Medya; kuralları gözleyen, onların doğru uygulamalarını bekleyen bir kuralsızdır. Yarın halkın yanına geçip halkı uzmanların önüne de atabilir.
Hakim ve hakem medyanın, uzmanın görüşlerinden anladığı ve anlaşılmasını istediği şeylerin özeti şu: "Erkeğin gördüğü psikolojik şiddet onu fiziksel şiddete yöneltiyor. Erkeğin fiziksel bakımdan üstün olması kadını mağdur gösteriyor..."
Nerden bakarsınız bakın, hele ki erkek tarafından bakın ne kadar doğru sözler. Tartışmaya bile gerek yok. Ama uzman, bir kriminolog değil. Fiziksel bakımdan üstünlükle, psikolojik şiddetin fiziksel şiddete dönüşmesi arasında doğru bağıntıları kurduğunu ve dikkatleri oraya doğru şekilde yönlendirdiğini nereden anlayacağız?
Yarın başka bir uzman kalkıp erkeğin gördüğü psikolojik şiddetin kökeninin sahip olduğu fiziksel üstünlük sebebiyle kadınların yaşadığı özsavunma mekanizması olduğunu söylerse ve tartışma psikolojik-fiziksel şiddet ekseninde kilitlenirse ne yapacağız?
Bir yanıyla ilginç olmaktan öte bu tespitler kriminel olayları, ölüm ve katliam gibi aile cinayetlerini açıklamakta yetersiz ve yersiz kalıyor. Karı-koca, sevgililer, partnerler arası tartışma ve durum çekişmelerinin had ve hudut tanımadan birtakım çizgileri aşarak kriminoloji alanına taşınabildikleri yönünde her türlü görüş keyfiyeti, bu dramları ne kadar hafife aldığımızı da gösteriyor.
Belki öncelikle şu soruya net bir cevap verip daha sonra cinsel kimliklerimizin hayatımızın ve bedenimizin neresinde durması gerektiğine karar verebiliriz:

"Erkek tokadı mı daha ağırdır kadın tokadı mı?"



12 Şubat 2012 Pazar

Sevgililer Günü için mektup

Sevgili Sevgililer Günü


Aşkı bir güne indirmek kimin aklına geldiyse onu aramak da en gülünç bahanelerden birisi haline geldi. Seninle 365 günün bir tanesini paylaştığımız bu günde çiçekçilerden hediyelik eşyacılara kadar bizi kimlerle muhatap ettiğinin bilmem farkında mısın?
Aşk süreçti sonuç oldu.
Aşk sonuçtu sebep oldu.
Aşk maceraydı düzen oldu.
Adını koymayalım, kaçar dedik kovalamaca ve teknik takip oldu.
Yazalım dedik kayıt oldu.
Şiir dedik söz oldu.
Aşkı kanunlaştırmanın ne alemi vardı ey Sevgililer Günü?
Şimdi ben yılın 364 günü kimsenin sevgililer gününü "şimdiden" kutlayamayacak mıyım? Ya birden çok sevebiliyorsam! (Tanrı korusun...) Kötüsü, çok seviyorsam da o gün bir kişi dışında kalan çoğunluğu üzmek zorundayım.
Bir yalan makinası mısın sen? Doğrucu Davud mu? Kimsin?
FBI? MİT? CIA?
Ne ulusalsın ne evrensel. Yerel olsan mahallenin namusu kılığına bürünüyorsun, yasal olsan nikah memuru çağırıyorsun hemen; şahitler bozacı ve şıracı.
Senin arkandan kadınlar, anneler ve babalar günü de ne çabuk geliveriyor. Oluşturduğunuz zincir kolye, mecbur ve muhtaç ruhların prangası gibi görünüyor.
Sevgili ya da Sevgisiz. Ne fark eder. Karım yoksa ben erkek değil miyim? Kocası yoksa ötekisi kadın değil mi ki de sevgililer gününde sevgilisi olmayan mağdur olsun ve sevgilisinin yanında olamayan da mundar...
Ey Sevgililer Günü! Çık git aramızdan. Sana ihtiyacımız yok. Sevgilimle aramıza girme. Yılın her günü bizim.
Hadi al 14 Şubat da senin olsun, ama git lütfen.







11 Şubat 2012 Cumartesi

Sevgili




Sevgili
soruların cevaplarımsa sor bana eskiden neden aşk için yaşardık ve şimdi aşksa yaşıyoruz....
kapı önlerinden hepimize birer gemi kalkardı hayallerimize...
ellerimize tutunarak kurardık dünyayı...
bir baş çevirmeyle zamanı değiştirirdik...
ve şimdi korkularımızdan başka zaferimiz yok....

Sevgili
aramızda "eskiden" diye bir söz olmasın isterdim...
Eskiden çok eskidendi. Sular bile daha eskiydi. Gözyaşlarımız.
Ben, önemli birisi olmak dışında bir  şey istemiyordum ve şimdi zamandan başka bir şey istemiyorum.
Zamanı seninle doğurmak ele geçirmek. Eskinin yarın olduğu günlerde senden doğmak. Senin olmak.

Sevgili. 
Sen güneşim oldun. En uzağımdaki aşkımdın ve en çok parlayan aşkım... 
Gecelerce içimde taptım sen olan inanca, kucakladım sen olan teni, bekledim alevlerinin hazlarını bedenimde.

Sevgili.
Beni senden alma. Bizi.
sana nasil gidilir
gidilmez ki
senden gitmek bir yolsa sana gelmek yasak meyvedir.

9 Şubat 2012 Perşembe

Bloglarımın oyun ayarları

UZ.

Siz biliyordunuz.
Siz de çocuk oldunuz. Elinizde en büyük deniz feneri. Bir bardakta okyanusunuz.
Tuz kokuyorsunuz.

Ben de çocuk oldum.
Ve korktum. Devrilebilirdi dünya ve açtığım çukurdan güney kutbunuz.
Donuyordunuz.

Olanlar oldu.
Bardağın geçmişi doldu. Gelecek yosun tuttu. Sordunuz.
Hangimiz sonsuz.






7 Şubat 2012 Salı

Bloğumun ayarlarıyla oynamayınız






Ben çocukken ekranın karşısında değil berisinde çok vakit geçirirdim.
Ekran yalnızlığımdı. Ve gördüğümse merak içindeki gözlerimin önünde açılan büyük dünyaydı.
Bu dünyanın sırları, gizemleri, bilinmeyenleri beni o kadar çekiyordu ki hiç durmadan ölünceye dek öğrenebilir öğrenebilirdim. Boyumu gücümü aşan konularda hep "ah bir büyüyeyim" diyordum. "Onu da alırım bunu da yaparım şunu da okurum." Sanırım dünyaya bunun için geldim, diyordum kendi kendime. Bitmek bilmeyen bir merak ve öğrenme güdüsü...
Gözlerimin ekranının berisinde hayat tasasız ve gürültüsüzdü. Orada bir tek ben yaşıyordum. Bazen ıssız ada düğmesine basarak içime kapanıyor bazense çikolata fabrikası düğmesine uzun uzun basarak sevdiğim herşeyin aynı anda ve yerde üretildiği bir mekana dünyam diyordum.
Okula gitmeye hiç mi hiç meraklı değildim. Orada gözlerimin arkasına saklanamıyordum çünkü. Bahçeye bakan pencerelerden dünyayı görmek için ayağa kalkmak gerekiyordu. İlk cam hizasına kadar dışarıyı görmememiz için camlar boyanmıştı. Camın üst hizasına kadar gördüğümüz dünya tamamen griydi. Öğretmenin takım elbisesi, önlük, sonra ceket kollarından dirseklere kadar olan kısım, hepsi griydi.
Bir gün evde suluboyayla oynarken gri rengin birçok renkten oluştuğunu öğrendim, kendi kendime. Bütün renkleri su kabında birleştirince siyahı elde ettim.
Ve sonra acı gerçek yakama yapıştı: Beyaz bir renk değildi. Öyle bir renk yoktu.
İşte o günden beri renklerin ayarlarıyla bir daha oynamıyorum.

4 Şubat 2012 Cumartesi

Çıkmış itlaf bülbülleri öter intikam deyu deyu

Güncel olan kalıcı bir üslupla yazılabilir mi?
Ham meyvayı dalından kopardığınızda ne olursa güncel olan da o kadar kalıcı olabilir.
Güncellik bir kod değildir, henüz yerleşmemiş kof, boş ve toy bir sorun parçacığıdır. Günün altı veya üstünde durur. Kararlı bir element olmadığı için periyodik cetveli de çöpe atıp herkesi ters köşe yapabilir.
Güncelden korunun.
Her an patlayabilir.
Sorumlusu siz olabilirsiniz.
Onu gidip marketten almak istersiniz.
TV kumandasının bir tuşu da sanabilirsiniz.
Güncel, size ne olduğuna dair bilgiyi vermez.
Ardında siyasetten finansa büyük bir bilgi iktidarı yumağı vardır. Bu yumağın çözülmesi, çözülmemesi, karıştırılması ya da sıkıştırılması farklı sonuçlarıyla bu iktidarın elindedir.
Gerektiğinde kendini koruyabilen, çözülmezliğiyle de sorunlar yumağına dönüşebilen iktidar sizi istediğinde alır, istediğinde bırakır.
Ve güncellik, iktidarın bileşenleri arasında en yararlısıdır.


3 Şubat 2012 Cuma

Kelepir öldürür korsan süründürür

Korsan hırsız değilse ben neyim 2


"Mutlaka izleyin," diye noktalamıştık "Korsan hırsız değilse ben neyim?" başlıklı yazımızı. İçimizde bir yerde o mahur film devam etmekte. Hasbelkader biz yazarları derinden yaralayan daha yakın bir tokat da tekdir değil kelepirdir.
Biz uslanmayız, cevherimiz buradan gelir, ama dayanamadığımız tek şey varsa onun karşısında boyun eğer çeker gideriz: Başarısızlık.
Aslında her başarısızlık, gerçek ve uzaktaki hedef için gereken aşamalardan birisidir. Belki de... Belki değil. Hele ki o aşama sonucunu kader diye gözümüze sokarlarsa. O gün biteriz biz.
Korsan beni aşırsın, sanal beni taşırsın; bir yere kadar: Fişi çeker kurtuluruz vre... Ama tarihsel olarak en üstümüzde, baştacı rakımında, hadi olmadı az ötemizde duran ve bize sahip çıkıp şimdilerde buz hokeyi topu gibi patinajlara terk eden yayıncı hüviyetli kişilerin son 20 senedir yedikleri bu halt arşa tırmanıyor, sonra zehirli atık bulutları olarak maziye ve atiye yağdırıp duruyor toksinleri. Boğuluyoruz.
Korsana polis, zabıta... Ya kelepire ne? Yayıncılar Dirliği mi, Taklavatçılar Derneği mi, B.E.N HEP B.E.N Yazarlar Derneği mi? Bütün oylar Roma'ya, ama sonunda Hiçbiri Partisi kazanır, kasa gibi.
Yazarım uyan. Okurum tevessül etme. Kitapçı, hak yeme.
Kelepir öldürür, korsan süründürür.



1 Şubat 2012 Çarşamba

İyiliğin Donma Noktası


Melekler üşümez. Biz onların kanatlarını görünce uçtuklarını sanırız. Kanat gökyüzünün bir gösterilenidir. Melek, gösteren. İyilikse gösterge.
Göstergebilim ve diğer bütün dilbilim yaklaşımları melekler ve kanatlar ile uğraştılar hep. Tıpkı iyiliğin, merhamet ve vicdanla karıştırılageldiği gibi.
Melek olmak için iyi birisi olmak gerekmez. Ve kanatların varsa üşümezsin. Gökyüzünü gösterdiğin sürece kar yağmaz bastığın yerlere.
İyilik tek başına bulunmaz. Doğada yoktur. İyilik, kendi doğası gereği varoluş ve varlık arasında boşluklarda bulunur. Cisim ile düşüncenin birbirini anlamasına yol açan bir tercüme işidir aslında. Düşünce cisime ideal yükler, ona hayatta kalmak ve devam etmek için neden gösterir. Cisim ise ideale iyilikle yaklaşabilir, kendini bu şekilde anlayabilir; yoksa tek başına düşünceye karşılık verme, temas kurma gücü yoktur.
İyilik üşürse cisim kırılır. İyilik donarsa cisim katılaşır ve çatlar.

29 Ocak 2012 Pazar

Fransız kadınları neden mutsuz?

Fransız kadınlarının, dünya kadınlar tarihi içinde çok ayrı bir yeri vardır kuşkusuz. Sanatı, kültürü, modayı, bilimi ve teknolojiyi hep birinci elden yaşamış bir toplumun kadınları da elbette farklı olacaklar, farklı yaşayacaklardır.
Fransız kadınlarının mutsuzluğu, mutluluğu çok tarif etmiş olduklarından ziyade aşkı çok anlamış ve anlatmış olmalarından ileri gelir. Böyle demiştir muhtemelen bir Alman filozof, ama kimin umurunda. Mutsuzluk konusu açıldığında her türlü düşünce biçimi geride kalır. İşin içinde gerçek acı vardır. Felsefenin tesellisi yetersizdir. Fransız kadınlarının felsefeye yatkınlığı bütün diğer dünya kadınlarında olduğu gibi tartışmalıdır. Öyleyse Fransız kadınları öncelikle yaşamayı sonra üzerine düşünmeyi tercih ederler. Mutsuzluk da bu güne kadar icat edilmiş en etkileyici ve can alıcı felsefi sonuçtur. Henüz çözüme kavuşmamış bir ruhsal durumla birlikte mutsuz beden ile ruhun acıda birliğini yansıtır.
Mutsuzluk bulaşıcıdır ve bütün Fransız kadınlarını kıskacına aldığı sürece bir yaşama sanatı olarak kadınların yüzlerinden giysilerine akar akar. Fransız kadınları mutsuzdur, çünkü o anlık mutlulukların arasındaki uzun köprülerde yaşamanın zevkini çok iyi bilirler. Savrulurlar ve dağılırlar. Rüzgar ve kaos onları yeniden toplar, bir araya getirir. İyileştirir.

26 Ocak 2012 Perşembe

Haritada sessiz bir nokta: Banaz


Haritada sessiz bir nokta: Banaz

Tren sesi ovanın sessizliğine ilişmeden iki dakikalık bir süre için istasyonda duruyor.
Banaz. Rakım 914 metre.
Her gün ilçeden geçen altı trenden en erkencisi olan Haydarpaşa-Uşak Meram Ekspresi’nin tekerlekleri kısa bir süreliğine rıhtımı bile olmayan bu küçük istasyonda duraklıyor. Bu süre, Banaz’daki doğa ve insan hayatına sadece harita üzerinden bakanlar için gerçekten de çok uygun bir zaman aralığı. Zamanımızın renklerini ve kokularını dünyanın ücra köşelerine götürdüğü sanılan demirden arabaların vaat çizgilerinin masa başlarında çizilmesi de ayrı bir haksızlık notkası... Ve bu çizgi herkesin gözleri önünde olabildiğince, dünyanın her yerine gidiyor.
Trenlerin öylesine geçtikleri küçük istasyonlarda fazla durmamaları, bu istasyonların genişliğini, istasyon görevlilerinin sayısını, hatta istasyondaki çeşme sayısını belirliyor. İki dakikalık bu kısacık süre, tren Banaz’da durduğu anda bir bozkır sabahı serinliğine dönüşerek hızla ilçenin içlerine dağılıyor, önlerinde hala su tulumbalarının bulunduğu dükkanların ve evlerin ön cephelerini yalayarak kamu binalarını çevreliyor; nüfus kayıtlarını, ticari tutanakları, bütçe belgelerini, hükümet bildirgelerini ve devlet dairelerinin ofis malzemelerini zaptediyor.
Bozkır sabahı serinliği aynı hızla geri dönerek Meram Ekspresi’nin küçük istasyondan kalkış saati haline geldiğinde tekerlekler dönmeye başlıyor. Ulusal demiryolu şebekesinin Banaz istasyonuna ayırdığı bu “uzun” iki dakikanın sonunda kasaba, bütün yapı çeşitleri ve nüfus özellikleriyle yeniden inşa ediliyor. Bir arabanın yola çıkışı ya da bir insanın sokakta yürümesiyle Banaz’da yeni bir gün başlıyor.
Gerçekse, bana göre, Banaz’a sabahları gelen ilk trenin istasyonda kalış süresinin bu ilçenin ne olduğu kadar ne olamadığıyla bir ilgisi olduğu...

İstasyondaki dört çeşmenin birinden su içmekte olan çocuk “Hayır, diyor; bu yolun nereye gittiğini bilmiyorum. Ben Susuz’luyum.” Sabahın erken saatlerinde Banaz’ın ortasındaki istasyonda, Banaz’a gidecek bir yol arıyorum. Ve karşıma çıkan ilk canlı olan bu çocuk, Susuz’lu olduğunu söylüyor su içerken.
Karşılaşmaların garip bilmecelerini çözmek yerine yoluna devam eden dervişleri örnek alıp kasabanın muhtemel iç bölgelerine doğru yürüyorum. Karşıma çıkan her sokak bir öncekini unutturuyor. Sabahın erken saatlerinde bütün Anadolu kasabalarına vuran terkedilmişlik güneşinin ilk ışınlarıyla Banaz, uyanmakta olan bir yer değil sadece; uyanmasına rağmen birbirine eşdoğrultuda uzanan önemli bir karayolu ve çok eski bir demiryolu hattının arasına sıkışmış bir şehir kütlesi olarak da kıvranan bir yer. Tarihin ve şimdiki zamanın kalıntıları arasında da sıkışırken düzenli bir kasaba görüntüsünü “şimdilik” boşlamışa benzeyen, acelesi varmış gibi görünen fakat bu görüntüyü azalan yeraltı suları gibi önemsemeyen bir küçük şehir Banaz.

1953 yılında Uşak’ın il olarak kabul edilmesiyle birlikte resmi olarak ilçe halini alan Banaz, asıl adını 20. yüzyıl başlarında yöreden demiryolunun geçmesiyle birlikte giderek büyüyen ve adını bir kasaba merkezine teslim eden Banaz Köyü’nden almış. İlçeye üç kilometre uzaklıkta bulunan Banaz Köyü, tapu senetlerine göre başlangıçta Binnaz olarak adlandırılıyormuş. Fakat köyün ilk sahipleri olan Tiryakiler sülalesinin, daha sonra yöreye yerleşen başka sülalerle mal bölüşümü sırasında çıkan “Bana az düştü, bana az düştü” feryat ve sızlanmalarının Binnaz adını Banaz’a çevirdiği sanılıyor. Ama bizce bu küçük nükte, dönemin egemen sınıfına karşı “bin naz”dan vazgeçerek bu mal bölüşümünü bir kara mizah unsuruna dönüştüren ve zengin sınıfı alaya alan ince bir halk zekasından başka bir şey değil.
Yüzde 99’u okur-yazar olan Banaz’ın içinde ve köylerinde öğrenim sorunu neredeyse hiç yok. Ilçede Afyon Kocatepe Üniversitesi’ne bağlı olarak öğrenim veren Banaz Yüksek Meslek Okulu etkinliğini sürdürüyor.
2 kasaba, 45 köy ve 8 mezraya sahip olan Banaz’ın hiç bilinmeyen en büyük tarım özelliği ülkemizde en çok haşhaş ekimi yapılan Uşak ili içinde en çok haşhaş üretiminin gerçekleştirildiği ilçe olması. Artık tahıl tarımına ve sanayiye ağırlık veren Afyon’un, Türkiye’nin haşhaş deposu olduğu yılların çok gerilerde kaldığını anladığımız bu bilgiyle birlikte haşhaş bitkisi tarımının aslında yüzeysel olarak artmadığı, sadece “yer değiştirdiği”ni anlıyoruz.

Banaz’a bağlı köylerin hemen hemen hepsine asfalt ulaşım sağlanmış. Piknik alanları ve doğal içme suları, düzenli kanalizasyon çalışmaları ve asayiş, ilçenin giderek büyüyen ve gelişen ama tevazuda ısrarlı nitelikleri haline geliyor. Bu niteliklerin başına Hamamboğazı adı verilen yüksek kapasiteli termal tesisini yerleştirmek gerekiyor. Mineral bikarbonatlı ve sülfatlı su karakterine sahip ve ağrılı, romatizmal hastalıklarının, böbrek, cilt ve deri hastalıklarının tedavisinde kullanılan ve 80 derece sıcaklıktaki bir tür şifalı suyun 405 metre derinlikten çıkarıldığı bu tesisin geniş kapasitesinden ilçe halkının da evlerinde yararlanması planlanmış yetkililer tarafından. Aynı zamanda jeotermal enerjiye dönüştürülecek olan bu kapasitenin kanımızca kesinlikle bir an önce nitelikli bir turistik tesisle taçlandırılması gerekiyor.
Yörenin en önemli sosyal özelliklerinden birisi de hayli şöhretli bir televizyon dizisinden herkesin tanıdığı ünlü Banazlı İsmail. Bu kabadayının Banaz’da ikamet ettiğine ve yaşadığına dair hiçbir izin olmayışı, hatta Banazlı’nın hikayesinin ve hayatının Turgutlu’da geçtiğine dair elde bulunan kesinlikler Banazlı İsmail mitosunu daha da gizemli kılmaya yetiyor. Elbette ki Banaz adı, bir kabadayının ön adı için yeterli korkutuculuk ve uyarı özelliğini taşıyacak fonetik kalınlıkta ve kulaklarda kalıcı bir ses niteliği taşıyor. Ama gerçek olan şu ki, televizyon dizilerine konu olan ve ünü bir hayli yayılan İsmail’in Banazlılığı, döneminin yasadışı havasına uygun bir uyuşturucu ticareti ve kanunsuzluklardan başka bir değer taşımıyor. Banazlı İsmail, haşhaş tarımının karanlık, yasadışı zamanlarının ve zorbalığın adından başka bir şey değil ve şöhretinin yankıları kültürel ve sosyal anlamda Banaz’ın yakınlarından bile geçmiyor.

Gerçek bir Banazlı olan İrfan Sargın’ın eşliğinde arabayla geçerken, belindeki cep telefonu altın bir diş gibi parıldayan bir bekçiyi almadan geçmiyoruz Ahat Köyü’nden. Köyün ortasına çakılı bulunan üç yolun en kavisli olanına saptıktan az sonra yeniden haşhaş ve pancar tarlaları başlıyor. Evlerinin duvarlarında eteklerine yerlesmiş olduğu Akmonya akropolünden kimi sütun ve duvar taşları olarak canlı izler taşıyan Ahat Köyü, Banaz’ın en eski ve zengin yerleşim bölgelerinden. Arapça tek ve ulu anlamına gelen “Ahad” adı, rivayetlere göre boşuna verilmemiş bu köye. Arap illerine bir geziye çıkan Evliya Çelebi, Ahat köyüne uğramış ve vaktiyle bir yörük beyinin köyün ortasındaki büyük bir kaya üzerine yaptırdığı konutta konaklamış. Rivayete göre Evliya Çelebi, bu eve “Ahad” adını vermiş ve o günden sonra bu konut etrafından gelişen köy Ahat adını almış.
Tarih sahnesinde Ege yöresinde görülen Friglerin başkenti Sart’a giden önemli bir ticaret yolu da Ahat köyünden geçiyor. Yapılan araştırmalara göre Friglerin önemli bir kolu ve boyu olan Akmonyalıların tarihteki merkezi Ahat yöresi. Akmonyalıların şehir ve hükümet merkezi köyün hemen güneyinde kalan Hisar tepesinde kurulmuş. Frigya Krallığı içinde kendine ait parası olan Akmonya sitesi daha sonra Bizanslıların istilasına uğrayarak yakıp yıkılmış.
Ahat köyü ziyaretinin en önemli amacı Hisar tepesinde bulunan Akmoneon akropolünde kısa süre önce başlatılan kazıları yerinde izlemekti. Küçük arkeolojik kazı yolculuğunun ilk kilometreleri lastik tekerlekler üzerinde bir tepenin yamacında son buluyor. Zira bundan sonra Akmonya’ya (Akmoneon) yürüyerek gideceğiz.
Tam bir hafta önce (Haziran ayının son günleri) başlamış Akmoneon akropolünün tek sivil kazı bekçisinin henüz bekçilik mazbatasını kaymakamlıktan almadığını öğreniyoruz yolda. Bekçinin henüz 4 ayı var, gerekli bir yılı doldurmasına. Yüksek hava sıcaklığının ve çok düşük rutubetin altında buğday tarlalarını yara yara ilerleyen akropol yürüyüşü sırasında, arkeolojik kazının kalbine doğru ilerlerken aslında akropolün tam üzerinde yürüdüğümüzü biliyoruz. Zira Erken Roma döneminin bu görkemli şehri, alışıldığı gibi yamaçları keskin bir vadiye Hisar tepesinden bakıyor, öyle ki küçük akropol yürüyüşü de bu yamaçların birinde gerçekleşiyor.
Bir üzüm bağının tam ortasında başlayan ve henüz çok taze olan kazıyı bir müze müdürü yönetiyor, Ahat Köyü’nden 4-5 işçiyle birlikte. Kazı yetkilisi, haftanın bir günü izinli olarak kazı bölgesinden ayrıldığını ama o günü de yeniden kazının başlayacağı sbaatlerin heyecanı içinde geçirdiğini anlatıyor.
Bu sırada bir gymnasium’un tam üzerindeyiz. 75 cm. derinligindeki bir havuzu andıran bu spor odasının tabanı 1 cm. genişliğinde kare mozaiklerle kaplı. Sökülmüş mozaikler ise bir kovanın içine özenle toplanmış. 7-8 metre genişliğindeki gymnasium’un vadiye bakan tarafında ise yerde yatıyor izlenimini veren bir çiftin resmi var, renkli mozaiklerle yapılmış. Asırlarca önce vadiye yüksek bir tepeden bakan bu gymnasium’da spor yapan bir-iki Romalıyı hisseder gibi oluyorum yanımda, ötemde. Şimdi bir bağlık olan bu bölgenin hemen altında yer alan Akmoneon, Helenistik dönemden kalma ve Bizanslıların kireç elde etmek amacıyla yaktıkları bütün mermer sütunları ve anıtlarıyla bu yukarı şehirde hala yaşıyor gibi...

Murat Dağı’nın zirvelerine doğru kısa ama yorucu bir yolculuk... Amacımız yaşı 500 yılı aşan Tepedelen Çamı’nı görebilmek. Kusursuz trekking alanlarından hareketle çamın bulunduğu 1870 metre yüksekliğe yavaş yavaş çıkıyoruz. Tepedelen Çamı, adını yöre halkının hayret ve ilgisinden almış bir karaçam. Anadolu’da genellikle 1800 rakımdan yükseklikte pek rastlanmayan karaçamların bu rakımdan daha da yüksekte hem de “tepe delen” bir tarzda yetişmesi elbette hayret verici. 380 metrekarelik bir alanı kaplayan bu karaçamın boyu tam 11 metre. Çapı 3.05 metre ve gövde genişliği neredeyse beş yetişkinin el ele vererek kaplayacağı cinsten: 9.60 metre.

Banaz’dan akşam üzeri yedi sularında geçen ve Afyon’dan aktarmalı olarak Haydarpaşa’ya şehrin insan izlerini ve manzaralarını ulaştıran Meram Ekspresi’nin gelmesine birkaç saat kala Dümenler Köyü’nde muhtarın evine girmek üzereyiz. Kısa köy turu sırasında dikkatimi hemen hemen birçok evin yanında yer alan ahşap kulübeler çekiyor. Yerden teması kesilmiş bu kulübelerde insanın sentetik eline dair hiçbir işaret yok. Kulübenin duvarlarını ve çatısını oluşturan ahşap doğramalar zamanla rüzgarın ve suyun etkisiyle aşınmış, ve ağacın damarları sıyrılmış. Boyasız ve penceresiz bu küçük evlerin birer tahıl ambarı olduğunu neden sonra öğreniyorum.
Orta boyda bir çiftlik evinin, aynı zamanda traktör ve at arabaları için yapılmış büyük kapısından içeri giriyoruz. Ve gevremiş tahta basamaklardan sonra bir salondayız. Sohbet güncel siyaset, köyün sorunları üzerinde dönerken üst katta bulunan evin sofasının kapısından içeri bir kahvaltı tepsisiyle muhtarın kızı giriyor. Köyün gerçek yaşantısı ve içtenliği sunulan bu tepsinin içinde, bir başka yeryüzü diliyle yaşamın bir yüzü kendini anlatmayı bekliyor. Dümenler Köyü’nün güneyinde kalan geniş ve ekilen bir araziye kısa bir süre önce, bir akarsunun şişirilmesiyle oluşturulan gölet yüzünden köyün hemen hemen bütün verimli ekili alanları sular altında kalmış, üstelik bu göletin Dümenler sakinlerine sulama anlamında fazla bir yararı da yok.
Akşamın tepelere sunduğu gölgeler eşliğinde köyden ayrılıyoruz. Göletin kenarından geçen yol boyunca, birkaç gün önce orada boğulan çocuk gözlerimin önüne geliyor. Dilimin ucundan ünlü bir Çin öyküsünün pek kısaltılmış ve hüzünlü özeti dökülüyor:
“Bacağım kırıldı ne felaket! Ama savaşa gitmeyeceğim ne mutlu! Ama madalyam olmayacak, ne acı!”

Tren Banaz istasyonuna yaklaşırken, bozkır akşamının boğucu sıcaklığı istasyon çeşmesinin başında toplanıyor. Saatler hiç olmadığı kadar durgun ve istasyon bir o kadar terkedilmiş hissi veriyor, orada bulunan birkaç kişiye bile. Çünkü bekleme salonu, bu dünyayı susturabilecek kadar çok sessizlik barındırmasına rağmen sessizliğin ait olduğu kimseler yok ortada. Sanki Banaz’ın sıcak yazı gibi onların da nereden geldiği belli değil.
Banaz, güneş batarken bile susuyor. Tıpkı sabahları bozkırın soluk nefesine aldırmadığı gibi.
Tren gidiyor. Tren giderken geride iki Banaz kalıyor. İlki, Akmoneon akropolünün eteklerinde ve düz ovada  köyleriyle, gelişen, büyüyen, “çağa ayak uyduran” bütün kıpırtılarıyla yeni Türkiye’yle uyum içinde bir küçük şehir.
Öteki Banaz ise sadece demiryoluyla ulaşılan ve Cumhuriyet’in ilk atılım izlerini biraz toza ve yıpranmışlığa  rağmen hala taze olarak taşıyan ve çoğumuz için haritada sessiz bir nokta.

(ATLAS)