26 Ocak 2012 Perşembe

Haritada sessiz bir nokta: Banaz


Haritada sessiz bir nokta: Banaz

Tren sesi ovanın sessizliğine ilişmeden iki dakikalık bir süre için istasyonda duruyor.
Banaz. Rakım 914 metre.
Her gün ilçeden geçen altı trenden en erkencisi olan Haydarpaşa-Uşak Meram Ekspresi’nin tekerlekleri kısa bir süreliğine rıhtımı bile olmayan bu küçük istasyonda duraklıyor. Bu süre, Banaz’daki doğa ve insan hayatına sadece harita üzerinden bakanlar için gerçekten de çok uygun bir zaman aralığı. Zamanımızın renklerini ve kokularını dünyanın ücra köşelerine götürdüğü sanılan demirden arabaların vaat çizgilerinin masa başlarında çizilmesi de ayrı bir haksızlık notkası... Ve bu çizgi herkesin gözleri önünde olabildiğince, dünyanın her yerine gidiyor.
Trenlerin öylesine geçtikleri küçük istasyonlarda fazla durmamaları, bu istasyonların genişliğini, istasyon görevlilerinin sayısını, hatta istasyondaki çeşme sayısını belirliyor. İki dakikalık bu kısacık süre, tren Banaz’da durduğu anda bir bozkır sabahı serinliğine dönüşerek hızla ilçenin içlerine dağılıyor, önlerinde hala su tulumbalarının bulunduğu dükkanların ve evlerin ön cephelerini yalayarak kamu binalarını çevreliyor; nüfus kayıtlarını, ticari tutanakları, bütçe belgelerini, hükümet bildirgelerini ve devlet dairelerinin ofis malzemelerini zaptediyor.
Bozkır sabahı serinliği aynı hızla geri dönerek Meram Ekspresi’nin küçük istasyondan kalkış saati haline geldiğinde tekerlekler dönmeye başlıyor. Ulusal demiryolu şebekesinin Banaz istasyonuna ayırdığı bu “uzun” iki dakikanın sonunda kasaba, bütün yapı çeşitleri ve nüfus özellikleriyle yeniden inşa ediliyor. Bir arabanın yola çıkışı ya da bir insanın sokakta yürümesiyle Banaz’da yeni bir gün başlıyor.
Gerçekse, bana göre, Banaz’a sabahları gelen ilk trenin istasyonda kalış süresinin bu ilçenin ne olduğu kadar ne olamadığıyla bir ilgisi olduğu...

İstasyondaki dört çeşmenin birinden su içmekte olan çocuk “Hayır, diyor; bu yolun nereye gittiğini bilmiyorum. Ben Susuz’luyum.” Sabahın erken saatlerinde Banaz’ın ortasındaki istasyonda, Banaz’a gidecek bir yol arıyorum. Ve karşıma çıkan ilk canlı olan bu çocuk, Susuz’lu olduğunu söylüyor su içerken.
Karşılaşmaların garip bilmecelerini çözmek yerine yoluna devam eden dervişleri örnek alıp kasabanın muhtemel iç bölgelerine doğru yürüyorum. Karşıma çıkan her sokak bir öncekini unutturuyor. Sabahın erken saatlerinde bütün Anadolu kasabalarına vuran terkedilmişlik güneşinin ilk ışınlarıyla Banaz, uyanmakta olan bir yer değil sadece; uyanmasına rağmen birbirine eşdoğrultuda uzanan önemli bir karayolu ve çok eski bir demiryolu hattının arasına sıkışmış bir şehir kütlesi olarak da kıvranan bir yer. Tarihin ve şimdiki zamanın kalıntıları arasında da sıkışırken düzenli bir kasaba görüntüsünü “şimdilik” boşlamışa benzeyen, acelesi varmış gibi görünen fakat bu görüntüyü azalan yeraltı suları gibi önemsemeyen bir küçük şehir Banaz.

1953 yılında Uşak’ın il olarak kabul edilmesiyle birlikte resmi olarak ilçe halini alan Banaz, asıl adını 20. yüzyıl başlarında yöreden demiryolunun geçmesiyle birlikte giderek büyüyen ve adını bir kasaba merkezine teslim eden Banaz Köyü’nden almış. İlçeye üç kilometre uzaklıkta bulunan Banaz Köyü, tapu senetlerine göre başlangıçta Binnaz olarak adlandırılıyormuş. Fakat köyün ilk sahipleri olan Tiryakiler sülalesinin, daha sonra yöreye yerleşen başka sülalerle mal bölüşümü sırasında çıkan “Bana az düştü, bana az düştü” feryat ve sızlanmalarının Binnaz adını Banaz’a çevirdiği sanılıyor. Ama bizce bu küçük nükte, dönemin egemen sınıfına karşı “bin naz”dan vazgeçerek bu mal bölüşümünü bir kara mizah unsuruna dönüştüren ve zengin sınıfı alaya alan ince bir halk zekasından başka bir şey değil.
Yüzde 99’u okur-yazar olan Banaz’ın içinde ve köylerinde öğrenim sorunu neredeyse hiç yok. Ilçede Afyon Kocatepe Üniversitesi’ne bağlı olarak öğrenim veren Banaz Yüksek Meslek Okulu etkinliğini sürdürüyor.
2 kasaba, 45 köy ve 8 mezraya sahip olan Banaz’ın hiç bilinmeyen en büyük tarım özelliği ülkemizde en çok haşhaş ekimi yapılan Uşak ili içinde en çok haşhaş üretiminin gerçekleştirildiği ilçe olması. Artık tahıl tarımına ve sanayiye ağırlık veren Afyon’un, Türkiye’nin haşhaş deposu olduğu yılların çok gerilerde kaldığını anladığımız bu bilgiyle birlikte haşhaş bitkisi tarımının aslında yüzeysel olarak artmadığı, sadece “yer değiştirdiği”ni anlıyoruz.

Banaz’a bağlı köylerin hemen hemen hepsine asfalt ulaşım sağlanmış. Piknik alanları ve doğal içme suları, düzenli kanalizasyon çalışmaları ve asayiş, ilçenin giderek büyüyen ve gelişen ama tevazuda ısrarlı nitelikleri haline geliyor. Bu niteliklerin başına Hamamboğazı adı verilen yüksek kapasiteli termal tesisini yerleştirmek gerekiyor. Mineral bikarbonatlı ve sülfatlı su karakterine sahip ve ağrılı, romatizmal hastalıklarının, böbrek, cilt ve deri hastalıklarının tedavisinde kullanılan ve 80 derece sıcaklıktaki bir tür şifalı suyun 405 metre derinlikten çıkarıldığı bu tesisin geniş kapasitesinden ilçe halkının da evlerinde yararlanması planlanmış yetkililer tarafından. Aynı zamanda jeotermal enerjiye dönüştürülecek olan bu kapasitenin kanımızca kesinlikle bir an önce nitelikli bir turistik tesisle taçlandırılması gerekiyor.
Yörenin en önemli sosyal özelliklerinden birisi de hayli şöhretli bir televizyon dizisinden herkesin tanıdığı ünlü Banazlı İsmail. Bu kabadayının Banaz’da ikamet ettiğine ve yaşadığına dair hiçbir izin olmayışı, hatta Banazlı’nın hikayesinin ve hayatının Turgutlu’da geçtiğine dair elde bulunan kesinlikler Banazlı İsmail mitosunu daha da gizemli kılmaya yetiyor. Elbette ki Banaz adı, bir kabadayının ön adı için yeterli korkutuculuk ve uyarı özelliğini taşıyacak fonetik kalınlıkta ve kulaklarda kalıcı bir ses niteliği taşıyor. Ama gerçek olan şu ki, televizyon dizilerine konu olan ve ünü bir hayli yayılan İsmail’in Banazlılığı, döneminin yasadışı havasına uygun bir uyuşturucu ticareti ve kanunsuzluklardan başka bir değer taşımıyor. Banazlı İsmail, haşhaş tarımının karanlık, yasadışı zamanlarının ve zorbalığın adından başka bir şey değil ve şöhretinin yankıları kültürel ve sosyal anlamda Banaz’ın yakınlarından bile geçmiyor.

Gerçek bir Banazlı olan İrfan Sargın’ın eşliğinde arabayla geçerken, belindeki cep telefonu altın bir diş gibi parıldayan bir bekçiyi almadan geçmiyoruz Ahat Köyü’nden. Köyün ortasına çakılı bulunan üç yolun en kavisli olanına saptıktan az sonra yeniden haşhaş ve pancar tarlaları başlıyor. Evlerinin duvarlarında eteklerine yerlesmiş olduğu Akmonya akropolünden kimi sütun ve duvar taşları olarak canlı izler taşıyan Ahat Köyü, Banaz’ın en eski ve zengin yerleşim bölgelerinden. Arapça tek ve ulu anlamına gelen “Ahad” adı, rivayetlere göre boşuna verilmemiş bu köye. Arap illerine bir geziye çıkan Evliya Çelebi, Ahat köyüne uğramış ve vaktiyle bir yörük beyinin köyün ortasındaki büyük bir kaya üzerine yaptırdığı konutta konaklamış. Rivayete göre Evliya Çelebi, bu eve “Ahad” adını vermiş ve o günden sonra bu konut etrafından gelişen köy Ahat adını almış.
Tarih sahnesinde Ege yöresinde görülen Friglerin başkenti Sart’a giden önemli bir ticaret yolu da Ahat köyünden geçiyor. Yapılan araştırmalara göre Friglerin önemli bir kolu ve boyu olan Akmonyalıların tarihteki merkezi Ahat yöresi. Akmonyalıların şehir ve hükümet merkezi köyün hemen güneyinde kalan Hisar tepesinde kurulmuş. Frigya Krallığı içinde kendine ait parası olan Akmonya sitesi daha sonra Bizanslıların istilasına uğrayarak yakıp yıkılmış.
Ahat köyü ziyaretinin en önemli amacı Hisar tepesinde bulunan Akmoneon akropolünde kısa süre önce başlatılan kazıları yerinde izlemekti. Küçük arkeolojik kazı yolculuğunun ilk kilometreleri lastik tekerlekler üzerinde bir tepenin yamacında son buluyor. Zira bundan sonra Akmonya’ya (Akmoneon) yürüyerek gideceğiz.
Tam bir hafta önce (Haziran ayının son günleri) başlamış Akmoneon akropolünün tek sivil kazı bekçisinin henüz bekçilik mazbatasını kaymakamlıktan almadığını öğreniyoruz yolda. Bekçinin henüz 4 ayı var, gerekli bir yılı doldurmasına. Yüksek hava sıcaklığının ve çok düşük rutubetin altında buğday tarlalarını yara yara ilerleyen akropol yürüyüşü sırasında, arkeolojik kazının kalbine doğru ilerlerken aslında akropolün tam üzerinde yürüdüğümüzü biliyoruz. Zira Erken Roma döneminin bu görkemli şehri, alışıldığı gibi yamaçları keskin bir vadiye Hisar tepesinden bakıyor, öyle ki küçük akropol yürüyüşü de bu yamaçların birinde gerçekleşiyor.
Bir üzüm bağının tam ortasında başlayan ve henüz çok taze olan kazıyı bir müze müdürü yönetiyor, Ahat Köyü’nden 4-5 işçiyle birlikte. Kazı yetkilisi, haftanın bir günü izinli olarak kazı bölgesinden ayrıldığını ama o günü de yeniden kazının başlayacağı sbaatlerin heyecanı içinde geçirdiğini anlatıyor.
Bu sırada bir gymnasium’un tam üzerindeyiz. 75 cm. derinligindeki bir havuzu andıran bu spor odasının tabanı 1 cm. genişliğinde kare mozaiklerle kaplı. Sökülmüş mozaikler ise bir kovanın içine özenle toplanmış. 7-8 metre genişliğindeki gymnasium’un vadiye bakan tarafında ise yerde yatıyor izlenimini veren bir çiftin resmi var, renkli mozaiklerle yapılmış. Asırlarca önce vadiye yüksek bir tepeden bakan bu gymnasium’da spor yapan bir-iki Romalıyı hisseder gibi oluyorum yanımda, ötemde. Şimdi bir bağlık olan bu bölgenin hemen altında yer alan Akmoneon, Helenistik dönemden kalma ve Bizanslıların kireç elde etmek amacıyla yaktıkları bütün mermer sütunları ve anıtlarıyla bu yukarı şehirde hala yaşıyor gibi...

Murat Dağı’nın zirvelerine doğru kısa ama yorucu bir yolculuk... Amacımız yaşı 500 yılı aşan Tepedelen Çamı’nı görebilmek. Kusursuz trekking alanlarından hareketle çamın bulunduğu 1870 metre yüksekliğe yavaş yavaş çıkıyoruz. Tepedelen Çamı, adını yöre halkının hayret ve ilgisinden almış bir karaçam. Anadolu’da genellikle 1800 rakımdan yükseklikte pek rastlanmayan karaçamların bu rakımdan daha da yüksekte hem de “tepe delen” bir tarzda yetişmesi elbette hayret verici. 380 metrekarelik bir alanı kaplayan bu karaçamın boyu tam 11 metre. Çapı 3.05 metre ve gövde genişliği neredeyse beş yetişkinin el ele vererek kaplayacağı cinsten: 9.60 metre.

Banaz’dan akşam üzeri yedi sularında geçen ve Afyon’dan aktarmalı olarak Haydarpaşa’ya şehrin insan izlerini ve manzaralarını ulaştıran Meram Ekspresi’nin gelmesine birkaç saat kala Dümenler Köyü’nde muhtarın evine girmek üzereyiz. Kısa köy turu sırasında dikkatimi hemen hemen birçok evin yanında yer alan ahşap kulübeler çekiyor. Yerden teması kesilmiş bu kulübelerde insanın sentetik eline dair hiçbir işaret yok. Kulübenin duvarlarını ve çatısını oluşturan ahşap doğramalar zamanla rüzgarın ve suyun etkisiyle aşınmış, ve ağacın damarları sıyrılmış. Boyasız ve penceresiz bu küçük evlerin birer tahıl ambarı olduğunu neden sonra öğreniyorum.
Orta boyda bir çiftlik evinin, aynı zamanda traktör ve at arabaları için yapılmış büyük kapısından içeri giriyoruz. Ve gevremiş tahta basamaklardan sonra bir salondayız. Sohbet güncel siyaset, köyün sorunları üzerinde dönerken üst katta bulunan evin sofasının kapısından içeri bir kahvaltı tepsisiyle muhtarın kızı giriyor. Köyün gerçek yaşantısı ve içtenliği sunulan bu tepsinin içinde, bir başka yeryüzü diliyle yaşamın bir yüzü kendini anlatmayı bekliyor. Dümenler Köyü’nün güneyinde kalan geniş ve ekilen bir araziye kısa bir süre önce, bir akarsunun şişirilmesiyle oluşturulan gölet yüzünden köyün hemen hemen bütün verimli ekili alanları sular altında kalmış, üstelik bu göletin Dümenler sakinlerine sulama anlamında fazla bir yararı da yok.
Akşamın tepelere sunduğu gölgeler eşliğinde köyden ayrılıyoruz. Göletin kenarından geçen yol boyunca, birkaç gün önce orada boğulan çocuk gözlerimin önüne geliyor. Dilimin ucundan ünlü bir Çin öyküsünün pek kısaltılmış ve hüzünlü özeti dökülüyor:
“Bacağım kırıldı ne felaket! Ama savaşa gitmeyeceğim ne mutlu! Ama madalyam olmayacak, ne acı!”

Tren Banaz istasyonuna yaklaşırken, bozkır akşamının boğucu sıcaklığı istasyon çeşmesinin başında toplanıyor. Saatler hiç olmadığı kadar durgun ve istasyon bir o kadar terkedilmiş hissi veriyor, orada bulunan birkaç kişiye bile. Çünkü bekleme salonu, bu dünyayı susturabilecek kadar çok sessizlik barındırmasına rağmen sessizliğin ait olduğu kimseler yok ortada. Sanki Banaz’ın sıcak yazı gibi onların da nereden geldiği belli değil.
Banaz, güneş batarken bile susuyor. Tıpkı sabahları bozkırın soluk nefesine aldırmadığı gibi.
Tren gidiyor. Tren giderken geride iki Banaz kalıyor. İlki, Akmoneon akropolünün eteklerinde ve düz ovada  köyleriyle, gelişen, büyüyen, “çağa ayak uyduran” bütün kıpırtılarıyla yeni Türkiye’yle uyum içinde bir küçük şehir.
Öteki Banaz ise sadece demiryoluyla ulaşılan ve Cumhuriyet’in ilk atılım izlerini biraz toza ve yıpranmışlığa  rağmen hala taze olarak taşıyan ve çoğumuz için haritada sessiz bir nokta.

(ATLAS)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder