10 Nisan 2012 Salı

Festivallerin sonu mu geldi?


Sanat için sanattan kurum içi(n) sanata

Geçenlerde gecenin epeyi de ileri bir saatinde, ahlak ve erdemine çok inandığım esaslı bir arkadaşım benden yardım istedi: Sinema festivali için gittiği bir seansta önde oturan bir hanımın film başlamasına rağmen olanca inatla akıllı cep telefonundan sosyal medya profillerinden kopmamakta gösterdiği ısrar arkadaşımı deliye çevirmişti. Saygısız izleyiciyi uyarmış, bu uyarıyı yanındakiler de desteklemiş, ama genç kadın onların kanını donduran ve orada, bir film festivalinin özel seansında neden bulunduğuyla ilgili gerekçelere çok ters mantıkta bir cevap vermişti:

-Sana ne!

Burada filmi donduralım ve biraz geriye gidelim. İnsanlık için çok kısa, ama sinema tarihi için uzunca bir süre geriye; kırk seneye yakın bir zaman öncesine. İstanbul'da bir kültür sanat vakfı kuruluyor. Saygın bir işadamı ve sanatsever ailenin önderliğindeki bu festival günümüze kadar birçok sanat etkinliğine imza atıyor ve ölümsüz İstanbul film festivalleri de bu vakfın himayesinde serpiliyor boy atıyor gelişiyor. İstanbul'un ölümsüz ve ezeli kültür semti Beyoğlu, bu etkinlikler sayesinde eski batılı tarzını sürdürebiliyor. Şehir kültürü bu vakfın duyarlılığı sayesinde çağdaş dokusuna kavuşuyor bir anlamda.

Peki o kız orada n'arıyor?

Bu soruyu arkadaşıma sorduğumda onu birkaç film seansında daha gördüğünü ve o ters cevabıyla bu durumun çeliştiğini söyledi. Biraz ara verip festivalizmden bahsetmeliyim. Senelerdir duyduğum ve bana amansız imrenti veren bir gelenektir artık bu İstanbul'da: Salonlar tıklım tıklım dolmasa da ellerinde koçan koçan biletler, başta hanımlar olmak üzere festival süresince o filmden bu salona, şu yönetmenden bu aktöre koşturulur durulur artık. Tarifsiz bir heyecandır bu. Yıllar içinde yavaş yavaş dünya çapında festivallerde yaşayan bir sinema tadı ve geleneği yer eder. Macaristan'da geçen sene "sanatsal" bir film mi çekildi? Onun ülkende vizyona girmeyeceğinden eminsen de bir gün mutlaka film festivaline geleceğini adın gibi bilirsin. İşte böyle bir şeydir festival. Entelektüel bir gusto yaratır kültürlü sanat gurmelerinin dimağında ve damağında. Gerçekten ciddiyim, buna inanıyor ve altını özellikle çiziyorum: Sanat yaşanabilir bir şeydir. İyi ki sinema var. Tabii ki diğer perde, sahne ve temsil sanatları da. Sinemasız bir opera, tiyatrosuz bir bale düşünülebilir mi aynı sanatsal çanakta. Hepsi birbirini etkiler, besler, anlamlandırır.

Arkamda oturan üç bayana anlatamadığım şey 

Gecenin o saatlerinde arkadaşıma hak verip, onun twitter mesajlarını başkalarına da yönlendirip dayanışmayı sürdürdükten sonra bir hayal kurdum: Bir arkadaşımı arıyorum. Beyoğlu'na çok inmez. Kültürle sanatla çok ilgisi yoktur. O sene bir yerden başlamaya karar verdiğini biliyorum. Bir şey olduğunu hissetmek, tahsillerinin karşılığını vermek, yüzeysel bulduğu yakın çevresinden uzaklaşıp, farklı ve farkındalıklı olmak adına geçerli nedenler aramak ve bulmak istediği her halinden belliydi. Derken film festivali programı geçiyor eline birden. İnternetten on tane film bileti satın alınıyor hemen. Saatlerin çakışmamasına özenle dikkat ediliyor. Mekanların da. İlk kez gittiği için de yeni şeylere tanık olacağını, yeni kişilerle belki karşılaşacağını hayal ediyor. İçi ısınıyor. Yüzeysel dostluklar, içi boş ortamlardan öteden beri sıkılıyordu. Başka bir şey arıyordu o.
Hayal bu ya. O arkadaşım festival esnasında tam film başlarken facebook veya twitter'dan heyecan içinde takipçilerine ya da arkadaşlarına gittiği filmin bilgilerini, o ortamın elitizmini, insanların şahaneliğini yeni yakaladığı farkındalıkla anlatırken arka koltuktan ciddi bir sesle uyarı alıyor. O anda başından aşağı inen kaynar sular, o gün takındığı günlük kültürel kimliğini de silip süpürüyor ve eller havaya ruhu kabarmış olan arkadaşım dönüp mahvediyor yeni kimliğini:

-Sana ne!



7 Nisan 2012 Cumartesi

Neden her şey Amerika'da geçiyor?

Nerden bileyim?

Ama anlamak istiyorum.
Sadece Amerika'yı izlerseniz bu izlenime kapılmanız çok normal, demem gerekiyor burada.
Eğer soruyu "her şey neden Amerikalıların başına geliyor" diye sorsaydınız o zaman cevap "çünkü senaryoları onlar yazıyor" olacaktı.
Bize göre Amerika diye bir yer var, ama Amerikalılara göre dünya diye bir yer yok: Dünya eşittir Amerika. Her şey Amerika'da geçiyor, çünkü her şey orada imal ediliyor.
Ediliyordu, madde olarak... Ama daha sonraları buna rüyalar da katıldı. Avrupa ve dünyanın kalanını dünya savaşlarına sürükleyen bütün nedenlerin tam karşıtı hayaller, beklentiler ve idealler... Din, ekonomi, yönetim konusunda Avrupa'da olanın ve yapılanın tam karşı kutupları Amerika'da "american dream" olarak adlandırıldı. Bu rüyayı belki de en iyi Türkler anladı -görmeyerek- zira dev sanal ansiklopedi Wikipedia'nın Türkçe'sinde amerikan rüyası 377 harf karakteri kadar tanımla yer bulurken, İngilizce'sinde bu tanım 23.709 karakterle kendini buluyordu.

O rüyayı biz gördük

Görmeye de devam ediyoruz. "American dream" deyince herkes 1.000.000 USD, Florida sahillerinde villa, malikane, süper hızlı otomobillere sahip olma hayali görüyor. Garsonluktan milyonerliğe, temizlikçilikten Hollywood yıldızlığına giden mesafe iki metro durağından daha kısa ve daha da önemlisi bu mesafe mümkün. Amerika bunu herkese kanıtladı. Dünya Amerika'yı, amerikan rüyalarını görmek için orada yaşayan, beklentiden kıvranan insanlar topluluğu olarak görürken, Amerika'da ise bu rüya çoktandır görülüyor. Avrupalı duyarlılığa göre rüya, psikanalizin önemli bir konusuyken Amerika'da pragmatik psikanaliz en trendy rüya konusu.
Amerika, tam da Avrupa'nın tersine insan ruhunu parçalamıyor, onu toplumu açıklamak için daha sonra toplayıp hapsetmiyor. Tam aksine insan ruhu rüya görmüyorsa toplumu defalarca parçalayıp, çekirdek rüyanın ayarlarını düzenliyor ve bundan sonra şehirleri, eyaletleri, ulusu ve devleti tayin ediyor. Avrupa iki yüzyıldır rüyaları analiz ederken, Amerika analizlerin rüyasını görüyor.

Amerikan rüya sineması

Bu rüya nasıl görülüyor?
Çok da karmaşık değil aslında.
Sadece Amerika'ya düşen göktaşları ve sadece orayı tercih eden uzaylıları hepimiz yakından tanıyoruz. Son yıllarımızı sarıp sarmalayan apokaliptik bilimkurgu filmleri, dünyanın sonu felaketlerini çeken zombi sineması... Vampir romanları, fantastik kurgu filmleri... Bunlar ve benzerleri Amerika'nın görmeye devam ettiği rüya kategorileri yalnızca. İşin daha da derininde bu rüya sinemasının sadece bir sahne perdesi olduğunu görüyoruz. Daha da derinlerde samimi olarak Amerika bu rüya sinemasını kendi dinsel ritüeli, ekonomik sarhoşluğu ve başkanlık zaferleri olarak resmen yaşıyor. Orada sadece bir güç, imparatorluk, zorbalık görmek isteyen avrupai bakışların hepsinde biraz eksiklik, kötü yerde konuşlanmışlık var cidden. İyi-kötü, doğru-yanlış eksenleri üzerinden Amerika'yı sonsuza kadar beğenebilir ya da nefret edebiliriz. Bu onu iyi anladığımızı asla göstermez.
Her şey her zaman Amerika'da geçer. Bu iyi ya da kötü değildir.
Bu bir rüyadır.
Sadece.







2 Nisan 2012 Pazartesi

Ayşe Arman Hürriyet'e genel yayın yönetmeni mi oluyor?





Rüyada Ayşe Arman görmek

Rüya tabirlerinin en iyi tarafı sembollerin kullanılmasıdır. Semboller, rüyaları sınıflandırırlar. En iyi tarafları da rüyalarda her şeyin iyiye yorulmasıdır. Gerçek hayat ve dünya zaten acımasız ve adaletsizdir. Bizler de kurtarıcılığı sembollere yükleyip her rüyadan bir kurtuluş umudu yaratırız. Anlayacağınız rüya tabirleri kitapları tam olarak "yardımcı" kitaplardır.
Gazetesinin rüyada ve rüya gören köşelerinin yazarı olan Ayşe Arman, bu rüyadan hiç uyanmayacağa benziyor. Hatta gazetesinde çok yakında uyanık düş gören kimse kalmayacak ve bunları görmezden gelen Ayşe Arman, hiçbir şey yokmuş gibi rüyalarına devam ediyor. Yakında bir hayaller alemine dönüşecek olan gazetesinin rüyası olarak sarı kaküllerini yüzüne döküp gene konuğundan rol çalan ve kendisini ön planda gösteren açılış resimlerini vermeye devam edecek.
Ayşe Arman'ın o gazeteden en son gidecek olması onu kendi rüyası içinde nasıl birisi yapar? Rüyasında Ayşe Arman'dan başka bir şey görmeyen Ayşe Arman, pek yakında gazetesini nasıl bir halde bulacak? Piyanonun torpilli pembe tuşu olan Ayşe Arman'ın karşı-notasına basılması için 20 senelik bir yayın yönetmeninin siyah tuşundan sonra bir beyaz aralığı verilmişti ve şimdi sıra bu pembe tuşa geldi.

Onun adından başka bir şey hatırlamamamız gerekiyor

Ayşe Arman sarı kakülleriyle çok yanlış yapıyor. Bu hatalı imaj çalışması ileride başına dertler açacak. O güneş gözlüklü ve tombul yanaklı fotografına kısılıp kalmıştı ilk yıllarda, sonra anoreksik bir yüzle, dikine, yüksek topukluları, mini etekleri ve çıkma dişleriyle halk arasında da endam etti. Ayşe Arman'ın TV'ye çıkmaktan kaçınması, birkaç kötü deneme dışında çok doğruydu, ama gelgelelim gazetesinde ona ayrılmış rüya köşelerini TV gibi kullanması son derece trajik bir yanılgı, bizden söylemesi.
Yirminci yılına muhakkak hızla yaklaşıyordur kendileri, ama yine de gazeteyi televizyonlaştırma çabaları tamamen boşa çıktı. Gazetesi amiraldi, ama neticede bir gemiydi ve bilirsiniz karaaşırı yerlerde telefonlar ve televizyonlar iyi çekmez.
Şu da var: İnterneti ve kitabı iyi kullanamadı Ayşe Arman. Sonradan bunlara çok hayıflanacaktır, eminiz. Hız sırasıyla işlemek kaydıyla bütün medyaları kullanabilirsiniz, sakınca yok; yeter ki yavaşla hızlıyı desteklemeye, hızlıyla yavaşı yarıştırmaya kalkmayın.
Ayşe Arman'ın adından başka bir şey geriye kalmayacak, öyle görünüyor ve bu durum "ee ne var başardı işte kadın, isim oldu marka oldu" diyenler açısından en az Ayşe Arman için olduğu kadar vahim. Müşterisi (ürün) ya da alıcısı (hizmet) olmayan bir çalışma (gazetecilik) ise sözkonusu olan, siz bunu gerçekten anlamamışsınız Ayşe Hanım.

Abyssus abyssum invoc

Son dersimiz olan Latince deyimlere gelmiş bulunuyoruz. Yukardaki ukala dümbeleği söz yumağı özetle şu anlama gelir: "Uçurum uçurumu çağırır." Veya hiç düşünmeden yorumlarsak felaket felaketi çağırır (doğurur). Sarı kaküllerden, gazeteyi televizyonlaştırmaya kadar Ayşe Arman'ın kendisi için hazırladığı kariyerde hızlıca tırmandığını çok iyi gözlemliyoruz.
Yazımızın başlığını tekrarlayalım şimdi: "Ayşe Arman Hürriyet'e genel yayın yönetmeni mi oluyor?"
Şu ana kadar yazdıklarımızla artık bir bağ oluşmuştur sanıyorum. Başından beri veya değil, ama Ayşe Arman Hürriyet'e genel yayın yönetmeni olarak hazırlandı. Hiçbir kriz, yönetici, hükümet ve mesleki türbülanstan etkilenmemesini başka neye bağlayabiliriz?*
Ayşe Arman çizgisi -çizgi demek zorundayım zira ona eklenmiş bir takipçi henüz görünürde yok ya da o vagonsuz bir tren hala- abyssus'lardan yani felaketlerden ve uçurumlardan, ama sadece bu dramatik seviyelerin yüzeysel duruşlarından beslendi yıllarca. Ayşe Arman hayatı boyunca sadece haber değerleriyle söyleşti, gazetecilik şadırvanının etrafında dolandı durdu, bir türlü abdeste ve imana durmadı. Hiçbir mabede girmeden bir mabed tarif etti ve şu günlerde ona hazırlanan amiral tersanesinde -deniz de bitti gemiler de- birkaç metreküp su içinde, sanal gerçeklik oyuncaklarıyla bu mabedin ilk ve son mümini olarak mutlaklığını ilan edecek.
Çünkü gazetede ondan başkası kalmadı.


*Ertuğrul Özkök'ün gazete yönetimini bırakmasından sonra onun devam eden etkisini soğuracak yeni bir pasif yönetim işi devraldı ki yeni ve esas genel yayın yönetmenine görev sert bir geçişle değil, uygun bir ortamda sunulsun, diye düşünüyoruz.