29 Aralık 2016 Perşembe

Felsefenin Çöküşü

 Rembrandt, Filozof, 1632
Gerçek bir yolculuk filozofu olan kardeşime...

Felsefe çok yakın bir süre önce başıma çöktü kaldı. Hem de 100 ton ağırlığında. *
Atmosfer kadar düşüncelerin ve kavramların beynimize olan basıncını kestiremiyorum, ne var ki düşünceler üzerine düşünmek -ki buna hala felsefe deniyor mu emin değilim- şimdilerde zor bir uğraş.

Bunun dışında felsefenin, dinin başaramadığı şeyi de yapması imkansız görünüyor: Çok eleştiri toplayan ve uzmanlarca çabuk eğilip bükülen "halka inmek-popülerlik-anlaşılırlık" iddialarının tersine, ki bunların da aslında felsefe mabedinin bekçilerince ortaya çıkarıldığına ve ötekilerin üzerine bir suç gibi atıldığına inanıyorum; başarılması gereken şeyin sadece yürümeye, ilerlemeye ve uzlaşmaya devam etmek olduğunu düşünüyorum.

İnsan için yola çıkan bütün disiplin, ideoloji ve savaşların en sonunda insandan başka her yere vardıklarını; totalitarizmler, despotluklar yarattıklarını ve erklerini onların korunup kollanmasına harcadıklarını ve insanlık düşmanı haline geldiklerini çok iyi biliyoruz. Gücün bir tanımı da -kısa hafızasının yanı sıra- A noktasından yine A'ya gelmek olmalıdır ki güç, doğuşundan bu yana hep B'ye gideceğini bildirmiştir.

Fiziğin olayların nedenlerinin değişmez özellikleri üzerine düşünmesini eksik bulmuş olmalı ki filozoflar da -ki öncülleri tıpçılardır- olgular üzerine düşünmeye felsefe diyerek iki tarafa ayırdılar dünyayı ve evreni: Somut ile soyut. İlk başlarda insan kendi bedeni üzerine düşünmeye koyuldu; ne var ki "içini" açtıkça ve açtıkça bedenin tam olarak fiziksel bir şey olmadığını görmüş olmalılar ki tıptan felsefeye geçiş o kadar da zor olmadı.

Yerçekimini ilk hissettiği andan beri fizik kavramı dünyada hep varoldu, şu soruyla: Neden? Felsefe işte son birkaç bin yılda bu soruya talip oldu ve deyim yerindeyse bu soruyu dünyadan çaldı. Sakladı. Bulunmaması için kavramları yeniden üretti, karmaşıklaştırdı "çalılaştırdı" ve amacına ulaştı. Şimdi bütün bu düşünsel karmaşıklığımız; anlarken ve ifade ederkenki yaşadığımız zorluklar, kekemelikler tam anlamıyla felsefenin eseridir.

Ne var ki felsefe, insanın hep anlamaya çalışacağını, dünya-yaşam-insan üçgeni gizemlerinin üstüne hep gidileceğini, en az bir din ya da tıp kadar elit bir filozof kesiminin sürekli saygın olacağı düşüncesi üzerine düşünmekten başka bir şey yapamadı. Bir dala tutunmaya çalışma önerisinde bile bulunmadan insanın yaptığı patinaj üzerine değil de balçık hakkında temrinlere girişti ve böylelikle kendi evrensel patinajını ustalıkla gizledi.

Gizlenmekten gözlemeye, susmaktan konuşmaya vakit bulamadı felsefe. Ve insanın düşünsel geleceği üzerine harika bir fırsat daha kaçmış oldu.

Şimdi ne yapacağız, demiyorum; hâlâ birşeyler yapıyoruz zaten. Belki dille, anlatımla, hafızayla daha çok uğraşmaya kaçarak şimdilik felsefi kurtuluşumuzu geciktirmeyi kabullendik, ama ondan vazgeçmedik.

İnsan için gerçek bir kurtuluş var mı, eğer ki 125 milyar galaksilik bir evrende bu gezegende hiçbir şeyden habersiz ve cahil şekilde "uyanmış olmak" bir kurtuluşu gerektiriyorsa? Varsa bu kurtuluş zihinsel mi olacak yoksa bedensel mi? Akıl yoluyla mı şimdiye değin oluşmuş olandan hoşnut olmadığımız biz'den kurtulacağız yoksa hayal ya da onun sapkın rakibi inançla veya inanmaya inanmamakla mı?

Soru olarak görünseler de bu cevapları çok merak ediyorum gerçekten de.

* 100 Terimde Bütün Felsefe, yeni baskı, 2017, Halil Gökhan, Kafekültür Yayıncılık




28 Ekim 2016 Cuma

Genç bir yazara öğütler 5


Zamanın var mı?
Ya da zaman kaldı mı...
Birşeyler yapmalı diyerek mi çıkılırdı yola eskiden?

Eskiler, eskiyenlere ait olmamalı sadece genç yazar. Eskiyenler, eskilerin değerini düşürür yoksa. Zamanın varsa geçmişin önemlidir senin için. Yarın için birşeyler yapacak bir saniyen bile yoksa düş geçmişin  yakasından.

Evet bir zaman çizelgesi yapmalı, iyiliğin hatırı için.

İyilik kördür. Zamanca. Hiçbir zaman vakitlice gelmez, arandığında orada değildir.

Tesadüflerin belki daha çok yararı dokunur iyiliğe. İyilik ona bir harita sunulduğunda kör olduğunu unutur ve bakmaya çalışır gideceği yola.

Birisi ona kim olduğunu söylemeli ya da hatırlatmalı: Zaman, verilmiş sözleri olmayanlarla sözlerini unutanlar için lükstür.

Saati unuttuğumda birşeyler okurum zamanı yitirmekten korkmamak için. Satırlarda ararım gerçeğin saatini. Hepsini aynı kavşakta beklerken bulurum: Zaman, vakit, saat, an... Aynı noktada olmaları onların aynı olmaktan korur. Ve bu dört kız kardeş uzaklaşırlar birşeyler okunduğunda.
Okumak senin kavşağın olsun, kayboluşun yerine.

Ozanlardan uzak durma; zaten yaklaşamazsın. Şairleri geç bir kalemde, yoksa hayatın boyunca düşersin. Ve şiiri hep özle, asla yakanı kaptırma ona. Şiir, tanrının bile elinde değil hanidir.

Sana öğüt verenlerden kendini sakın. Öğüt vermediklerinde neler derler onları işit sessizce. En çok susarken birşeyler söyler bu kendini beğenmiş ustalar. Onların sadece ustalıklarını beğenmeye çalış. Boşver kendilerini, bütün kendi ve efendileri.

Sana bir şey sorulduğunda kendi sorularını hatırla: Hani uzun zamandır soramıyordun. Artık soru işaretlerinin kalmadığı bir dünyada nasıl bazı yalanların bile cevapların olabileceğini anlayabileceksin? Bazı sözlerini kapalı söyle, anlaşılmasın; anlaşılmaz olduğunu söylesinler ve hayatlarının kaçınılmaz işlerinden kaçmak için suçlasınlar seni, aldırmadan onlara yeni soruların işaretsiz geleceklerini söyle, uzun süre karanlıkta sınanmayan sözlerin soru olamayacağını da sözlerine ekle.


13 Haziran 2016 Pazartesi

Kitabın Gezi'si ya da 8. Kadıköy Kitap Günleri


http://www.kafekultur.com/icerik/34
(Birazdan okuyacağınız satırlar son derece öznel ve nesnel bakış açıları ile tespitler içermektedir, mesleki deformasyon, pişmanlık ya da pes etme iddialarını reddetmektedir.)

1-5 Haziran 2016 günü Kadıköy Haydarpaşa Garı'nda güzel birşeyler oldu. Sanırım ilk kez okurlarla tanıştım hayatım boyunca. Hayır hiç imza günüm yoktu; son derece sınırlı sayıda kitabım vardı standımızda, çok azını da imzaladım; hatta bir arkadaş-okurum imzalamamı istemedi ve hayranlıkla şaşırdım ona yeni bir şey daha öğrenerek. Bu da sanırım olanların işaret fişeğiydi.

Tabii ben sadece bu arkasında durduğum 5.40 metreye 80 cm şeklinde dizilmiş birkaç bin kitabın içinden yazıyorum.

Bence kültür adına bu fuar Türkiye'de Kitabın Gezi'siydi. "Emniyetli" yayıncılar ve "güvenli" yazarlar bizi çevrelemişti iki ayrı peronda. Gaz maskeleri olarak sık sık tükettiğimiz kağıt bardaklar kullanıyorduk. Kitap standlarında ise elektrikler neredeyse kesilmişti. Pos cihazları ve kişisel taşınır bilgisayarlar dışında elektrik kullanmak yasaktı. Bunun, garın bir kez daha "yanabileceği" endişesi yüzünden yapılan dikkatli bir uygulama olduğunun farkındaydık. İyi ki mobil cihazlar şarj edilebildi orada ve Kitabın Gezi'sinin gerçek kareleri paylaşılabildi. İki gün aynı saatlerde yağan yağmur TOMA'larının karşısına gövdemizi siper edip kitaplarımızın üstüne kapandık, zira getirmediğimiz ama yarattığımız naylonlar kitapları örtmeye yetmemişti ve Gezici okurlar da bunu bir ritüel sanıp kapatılan naylonları yağmur altında açıp kafalarını içine sokarak kitaplarımızı incelemeye devam ettiler büyük bir olağanlık içinde. Buradan Avrupa yakasının daha az yağış aldığı sonucunu çıkardık ayrıca.

Hala kimse farkında değil aslında neler oldu. Bence resmen beklenen kesimden değil aynen Gezi'de olduğu gibi beklenmeyenlerden beklenmeyen tepkiler yağdı. Hem de sessizce, efendice.. Çünkü orada sadece kitaplar ve okurlar vardı. Olması gereken olduğundan kimse ne olduğunu anlamadı. Ve kitap kültürünün temaşa tarafının aslında ülkemizde saptırıldığı gibi danışıklı fuar yerleri olmadığı, ama tarihin ve talihin garip cilvelerinden birini bunun örneği olarak yaşadığımızı, bir daha olursa da aynısının olmayacağını iyice anladık. Aynı Gezi gibi 8. Kadıköy Kitap Günleri okurun yayıncıya, yazara, kitabevlerine, maniple hemcinslerine bir isyanıydı.

Anlayana.

Ben de kendime isyan ettim.

Kitap günlerinin her günü "bugün son yarın böyle olmaz" dediğim için. Bunu bildiğimi düşündüm böyle düşünürken, zira bildiklerim öğrendiklerimden ileri geldi hep şimdiye kadar ve şimdi anlamış bulunuyorum ki okur katında - ki aslında okurları hiç merak etmem onların devinimlerinin ölçülebileceğini düşünmediğimden ve bir yazar olarak da okurun kılıcını kafamın üzerinde değil de göğsümde saplı bulundurmayı tercih etmişimdir hep, çünkü hep kendimiz için yazarız, bu yazının temel iletim (iletişim değil) şansıdır, kendin için yazmadığın anlaşılırsa çok satarak ve en az okunarak ve zamanla da hiç satmayarak cezalandırılırsın, ey genç-yeni yazar kafana lütfen sok bunu, okuru düşünme, onun da seni düşündüğünü düşünme; bu işte iletişim diye bir şey yoktur; o kitap satıcılarının yazara müdahaleyle daha çok para kazanmayı düşlediği andır ve boz o anı - evet okur katında anlamış bulunuyorum ki okur tek başına vardır ve yazar vardır bir de gerisi başka alanların ürünüdür. Diyeceğim odur ki yazar ve okur - eğer bir araya gelmek istiyorlarsa, ki bunun pratik ve zihinsel değerlerini hiç anlamış değilim - asla bir araya gelemezler. Okur, imza seansında yazarını genellikle henüz okumadığı yeni kitabıyla büyülenmiş olarak bulur ve buna son derece üzülür, zira o, okuduğu kitabın filmini çekmiştir ve bunun hala bir gösterim cihazı keşfedilmediğinden, yazara bu filmi göstermek yerine anlatmak istemektedir. Araya giren imza ise tarihsel olarak bu imkansızlığın onayıdır.

8. Kadıköy Kitap Günleri'ne kadar neler oldu peki? Neler oldu da daha çok kitabın endüstriyel ilgililerine tokat atan bu isyan meydana geldi?
Efendim, kitap hala önemli bir modernist araçtır. Modern olmayan kitapların dünyayı ne hallere sürüklediğini gördük. Hala da görüyoruz. Kitap masumiyet tellallığı yapacaksa önce kendisi masum olmalıdır. Her kitap masum değildir. Buna hiç okunmamış, yayınlanmamış bir kitap da dahildir, çünkü her an patlayabilir... Şurası üzücü ki dünya yeniden sosyal medyalarla kitapları keşfetti ve sürekli manipülasyon, spekülasyon imkanları içinde bilmem kaç harflik, bilmem ne etiketlik cımbız ve büyüteçlerle onlara bakmayı, onları parçalamayı seçti deyim yerindeyse. Tam da bu satırları yazmadan önce bir arkadaşımdan gelen bir link beni iyiden iyiye çileden çıkardı. Sözkonusu linkin uzantısında yine şu 10-20-50'ci ve aslında yazı olmayan, aktarım değeri de taşımayan bir konu irdelenmişti: Şu Kadar Sayfadan Az Her Kayfede Okuyabileceğiniz Bilmemne Kadar Kitap.

Tabii ki inceledim. Kurucusu ve sahibi olduğum yayınevinin kitaplarından olmadığını anladıktan sonra derin bir oh çekerek sahifeyi kapattım. Ama şurama bir ok saplanmıştı resmen. Kitaplar arasında Albert Camus'nün Yabancı adlı romanı da vardı.

Efendime söyleyeyim iyi yazarlar, her yayıncının sadece tek başına yayıncısı olmayı düşlediği yazarlardır. Bir düşü nasıl paylaşabilir ki insan? Salt veraset süresi bitti diye bütün yayıncıların koro halinde bir yazarın hem de onun popüler kitabını intikam alırcasına yayınlamaları kusura bakmayın ama ticari orji gibi geliyor. Talihin cilvesi yayınlamakla övündüğüm yazarlar arasında veraseti tükenen yazarlar da vardır. Ama ben kesinlikle onları kitap piyasasındaki yaygın kullanım şekliyle değil hiç işlenmemiş ya da ilk kez işlenmiş haliyle yayınlamayı seviyorum. Bir kültür yayıncısı olarak benim ilk ödevimdir bu. Aynı zamanda bir zamanlar düzgün giden bu sektördeki iyi yayıncılardan uzak ve yakın mesafelerde gönüllü/gönülsüz aldığım derslerin görgüsüdür de bu.

Bu inanışla inandığım sevdiğim yazarların zamanla genç ölümlerle aramızdan ayrıldığı gibi ortak bir özelliğin üzerine yayınevimi kısmen inşa ettiğim sonucuna vardım bu kitap günleri sırasında. İrkilmedim bu acı gerçekle, tabii hemen savunmaya geçtim. İyi ünlü çağdaş ve yabancı yazarlar bütçe olarak çok meşakkatliydiler; üstelik çoğunun zaten yıllardır iyi yerli yayncıları vardı. Ama ben genç ölen yazarların yayıncısı mı kalacaktım hep? Böyle başlamamıştım ki zaten. İyi yeni yazarları bulmak, yeni ve iyi yazarlara yol açmaktı başından beri tek ve genel amacım. Falan filan... Ki bu fikrin hep peşindeyim henüz kendim de dahil başarılı olamasam da... Evet cidden çok zor ünlü ölümsüz ve ünsüz ölümlü yazarları arasında milyonlarca seçeneğe ve yeni müdahaleye açık bu bir yayıncı olmak.

Ve bu yazdan itibaren yazarlığıma yeniden dönmeye onu ve ona sımsıkı tutmaya/tutunmaya karar verdim. Bu tuhaf yayıncılık macerası benim için zihnen Kitabın Gezi'siyle bitti ve yazarlığım başladı. (Yayınevini kapatmıyorum bu arada, soranlara; aktif yazarlığımın yayınevine katacağı olağanüstü yeni sonuçlarla ilgilenen herkes şimdiden hazır olsun:)

Demem o ki bu minik fuar hem beş günde ülkenin en iyi kitap fuarı olma yolunda rekorlarla işe yeniden soyundu ve hem de bu konuda yeni rekor ve şaşırtıcı sonuçları oluşturma konusunda aktif ve tecrübeli yerel yönetim ve candan ekibiyle şu önemli işe ilk kez kendi çapında imza attı: Kitabın gerçek ilgilileri olan yazar ile okuru bir araya hem zihniyet hem de gerçek olarak bir araya getirmiş olmak. Tek dileğim bizde yanlış anlaşılan ve aslında dünyada sadece profesyonel olarak uygulanan, okurların hiç de ilgi göstermediği kitap fuarlarının adını ta ilk baştan Kitap Günleri olarak koyan Kadıköy Kitap Günleri yönetimi ve tüm çalışanları bizi yine Haydarpaşa Garı ambiyansıyla şaşırttı ve eminim buna yeni sürpriz ve başarılarla daha da fazlasıyla devam edecekler.
                                                                                              
                                                                                                                          09.06.2016/Ankara

Not. Dikkat edilirse yazımı bitirmedim, sadece sonlandırdım. Bunu yaparken bu fuar için kaleme alınan yazıların birinde rastladığım uzun ömürlü olsun temennisine ayrıca hiç katılmıyorum, çünkü iyi şeyler ve Gezi'ler bir kere olur. Fuar benim için bitti ve ben uyandım. Başka şeyler yapmak ve olmak zamanı.