31 Aralık 2017 Pazar

Kumdan Kalenin Kalecisi


Oğlu ile amcasının kumsalda kumdan kale yapmalarını gülümseyerek izlerken aklına iki kumdan tümsek geldi.
Çıplak çocuk ayaklarıyla inşa edilmiş, yaklaşık iki çocuk boyunda bir kalenin arada sık sık bozulacağı düşünülerek özensizce yapılmış bir arsa futbolu kalesiydi bu.
O bölge geçmişte genellikle bataklıktı. Deniz zamanla çekilince toprak hazırlıksız yakalanmış ve kendini tamamen kumlara teslim etmişti.
Ama bu arsa efsunlanmış gibiydi. Etrafında yıllar yılı gelişen onca inşaat ve turizm hareketine rağmen arsaya pek dokunulmamıştı. Ya devlete ait bir kamu arsası ya da varislerinin bile uğramadığı pek önemsenmeyen bir özel taşınmaz mülktü burası. Etrafı, ne bitişikteki Mocamp gibi telörgüyle çevrilmiş ne de karşı kalenin hemen arkasındaki pansiyon bahçesi duvarı gibi hürmetsizce yükseltilmemişti. Şurası kesindi ki belki de bu sayfiye kasabasının son futbol arsalarından birisi olmaya namzetti burası.
Ayakları çıplak olan çocuk iki kumdan direğin tam ortasına gelip hem kale genişliğini hem de direklerin yirmi santimi bile geçmeyen ama havaya doğru hayali olarak çekilmiş çizgilere yol açan kumul cüsselerini kontrol etti. Ne kramponu, spor ayakkabısı ne de eldivenleri vardı. Bu yaz sıcağında akşamın alacakaranlığına doğru havanın biraz serinlemesi ve meltemin bile esmesi onda bir kaleci kazağı kadar etki yaratacağı kesindi.
Derken beklediği oldu. Güneşin o akşam üzeri sanki daha erken batacak gibi acelesi vardı ve akşam meltemi de bunu onaylamak için esmeye başlamıştı.
Kumdan kalenin tam ortasındaki çocuk büyük ve gerçek bir kale hayal etti. Bir gün bu arsa sahaları yerini tribünlü çim sahalara -toprak bile olurdu- bırakacaktı. Futbolu çok seviyordu. Futbol olmasa arkadaşlarını bile göremeyecekti neredeyse; belki de hiç arkadaşı olmayacaktı. Özellikle yazları okul arkadaşları hepsi bir yerlere gider ortalıkta görünmezlerdi. Ama futbolun coşkusuyla tatil günlerinde vücutları ve ruhları kıpırtıyla kıvranan çocuklar nerden geldiği belli olmayan sevecen bir tanıdıklıkla, bütün çocukların gözlerinde aynı ışıltılara, yüzlerinde gülümsemelere yol açardı. Top kimindi, nereden gelirdi bilinmez. Top oynamak isteği olunca o mutlaka ortaya çıkardı. Ya aralarında para toplarlar ve bir bakkalın kapısını çalarlardı ya da okuldan bir arkadaşın yazlık bahçesinde unutulmuş bir meşin yuvarlağa eller tutkuyla uzanırdı.
Hayalindeki kalede yan ve üst direkler camdandı. En gözüpek şekilde direklere doğru gelen toplara uzanabilir, pamuk yumuşaklığındaki bu şeffaf kale bedenlerine kardeşçe dokunabilirdi. Hayal de olsa direkler ona cesaret vermenin dışında haksız durumlar yaratmaksızın kendi işlerini düzgünce yaparlardı. Çünkü onun direkleriydi onlar; onun dürüstlük ve hak anlayışının, doğruluk sevgisinin direkleri.
Gözü nedense sahanın içine kaydı. Havanın kararmaya başladığını fark etti. Çok parlak olmasa da birazdan yol lambaları kendiliğinden yanacaktı.
O gün havanın çok sıcak olacağını  biliyorlardı ve gece maçına karar kılmışlardı arkadaşlarıyla; ama nedense çocuk bunu unutmuş gibi kendini daha erken kum sahaya gelmeye ikna etmişti. Vakti vardı, üstelik yapacak başka hiçbir şeyi de yoktu.
Biraz daha soğuyan kale zeminindeki kum tabakası ayak parmaklarına daha serin geliyordu şimdi.
Kumu kazmaya başladı farkına varmadan. Kazdıkça serin ve nemli tabakaya ulaştı. Sonra elleriyle kale duvarları yapmaya başladı.
Az ileriden oğlunun sesi geliyordu:

-Baba, babacım. Bizim kalemiz bitti. Hadi seninle de bir kale yapalım...

11 Ekim 2017 Çarşamba

50 Alıntıda Hayat Ağacım 3



(Bitmemiş romanlarımdan)

11.


Dr. Horatius Pelle, onca uğraş ve döğüşle geçen zamanın ardından ilk yaşamını tamamlayıp ikinci yaşamına hazırlanıyordu ki hayatındaki bütün sözcükler havalandı ve yere iki tanesi düştü sadece.
Sonar. Umut.
Diğer sözcükler havada hala dolanırken Dr. Pelle’nin umutla artık pek işi olamazdı, zira o yaklaşık elli yıl olan hayatının çoğunu, başına gelen kötü olayları görmezden gelmekle geçirmiş bir bilim adamıydı ve umutla teslimiyetin uzaktan yakından bir ilgileri de yoktu.
Sonar. Bu beş harflik sözcük gökten düşmüş gibi görünse de denizlerdeki süreksiz balık avcılığı terimler bilgisine dahil olmuş, günlük bilimsel hayattan çok teknolojik hayatın ve biraz da popüler macera sinemasının ilginç konularından biri sayılırdı, o da kısmen.
Dr. Pelle, denizlerde hiç balık aramamış, ama çocukluğunda epey balık avlamıştı. Sınırlı sayıda ve sadece Ege Denizi’nde bulunan, milletçe en az tüketilen, balıksız kıyıların yalnız balıklarını: Isparoz, Sarpa, Kaya Balığı, Vatoz… Dip yosunu, terlik, cam şişe. Kefal, Levrek ve Zargana gibi dip ve yüzey balıklarını doktor ancak düşlerinde tutabilmişi ya da bazılarında deniz birkaç kilometre birden çekildiğinde elleriyle yakaladığı olmuştu.

(İkinci Yaşamın Adası)

12.

Sevgilim

Bu mektubu sana yazarken uzun koltukta uyuyorsun. Seni yatak odamıza götürmek için kollarımı vücuduna doladığımda kokuna dayanamayıp ben de uykuna ve tenine girmek isteyeceğimden çok zor tutuyorum kendimi.
Çalışmalıyım. Hem de çok. Ve bu eğer dünyanın en şanslı işiyse sadece bu ortamda gerçekleşebilir. Senin çok yakınında. Odanın havasında bütün hallerimiz, buharımız ve kokularımız karışmışken; biz, bizi soluyorken.
"Kötülük"ü bitirmeliyim. Hele ki ilham gelmişken. O bizim ıssız adamız olacak. Orada mutluyken kaybolmuş olacağımız ve bulunmayı hiç istemeyeceğiz.

Seninle Hayat şehrinin Mutluluk semtinden ortak bir ev tuttuğumuzda sokağa ismi henüz verilmemişti ve yapılan şehir planı detaylarında Gitmek'e yer yoktu. Gizli haritalar bulundurmama için birbirimize söz vermemiştik; yeter ki sen ve ben nerede olduğumuzu bilebilelim sürekli.
Gizemli konuşmalarımdan hiç hoşlanmıyorsun biliyorum. Bunun nedeni sana anlatamayacağım kadar ilgisiz çünkü bizim için. Savrulmalar yaşıyorum konuşurken, birşeyler anlatırken. Yazma sebebimse hatırlayabilmek. Bazen yazmayı bırakınca bellek yitimine uğrayacağımdan çok korkuyorum. Ve yazdığım her şeyi saklıyorum. Onları okuduğumda geçmişimden bazı sahnelere yerleştirdiğim gizemli ifadelerin, açıklamaların anlaşılmayacağı korkusu beni ele geçiriyor.

(Kötülük)

13.

Ama dostum biliyor musun oralarda Tanrı yok. Kötülüğün gerçek anası Tanrı Kuzeybatı’da. Burada eğleniyor. Sizin oralara ise özgürlüğü göndermiş, yokluğuyla oyalanın diye.
Hiç Kuzeybatı’ya gelmemiş olmak seni kızdırmaz, ama öfkeni keskinleştirirdi hatırlıyorum. Seni zeki bulurdum, ama daha çok da açıksözlü bir heriftin.
Ya dostum. Bıktım artık buralarda yalnız başıma dolaşmaktan. Kuzeybatı'da şiir bile yazamıyorum. Şıp diye âşık olamıyorum. Kendime üzülmeyi bile bıraktım durduk yerde. Değmeyeceğini düşünmüyorum ama birçok şehirden ve kasabadan daha zor burada kelimeler bulabilmek, bir dilin olduğunu hatırlayabilmek. Şehrin dili daha çok ağır basıyor ve gece gündüz dilsiz dolaşıyorsun. Bunlara bir de sağırları, körleri eklersen, özgürlüğün neden Doğu’nun dağlarında gezindiğini daha iyi anlarsın. Kısacası senin adın özgürlükse ben de yoksulluk olmalıyım. Hani derdik ya aslında yoksulluk, açlık ve işsizlik yoktur; hepsi birer ekonomik modeldir," diye ekonomi derslerinde. İktisat dersini emekli olmuş ya da hâlâ muvazzaf albaylardan almak ne trajikomikti hatırlasana. Birisi hatta bir sınıf arkadaşımızın babasıydı ve 1960 ihtilalinde devrimci bir harbiye öğrencisiydi. Galiba yeni mezundu ve bütün sınıfını kıtaya sürmüşlerdi Harp Okulu ihtilal içinde ihtilal yaptığı için.
Sen şu an neredesin kimbilir neler yapıyorsun?

(Kuzeybatı)

14.

1/1

Saniyenin kendisi kadar sürede pencerenin üst çizgisinden yere doğru düşen yağmur damlalarını izliyorum. Pencere önüne geldiklerinde kardeş gibiler, ama yere çarparken soydaşlara ayrılıyorlar ve daha küçük damlalarla çevreye yayılırken bilinçlerini kaybediyorlar.
Sulanmış bilinçlerin büyük toplantısı olan sokak su birikintilerinin, yağmurun hızlanmasıyla birlikte sele dönüşmesini izliyorum.

Saniyenin kendisi kadar süreyi bana açıklamalısın: En düşük enerji seviyesindeki Sezyum-133 atomunun (133 Cs atom çekirdeği) iki hyperfine seviye arasındaki geçiş radyasyonunun 9.192.631.770 perioduna karşılık gelen süredir.

Dur. O kadar gitme. Nereden geldiğini bilmek istemiyorum. Nereye gittiğini bilmek istiyorum sadece.

Obtüratör fotoğraf filmine düşürülecek ışık miktarını ayarlamada 2 değişkenden biridir. Diyafram ve obtüratör fotoğrafta iki temel ayardır. Diyafram, makineye giren ışık ışınlarının geçtiği dairenin çapını belirtirken, obtüratör hızı ise filmin ışığa ne kadar süre maruz kalacağını belirler. İki değerin birlikte ayarlanarak film üzerine ışığın istenilen düzeyde düşürülmesine pozlama denir. Obtüratör hızına aynı zamanda perde hızı, shutter speed, enstantane de denilmektedir.
Obtüratör film üzerine düşme süresini belirleyen mekanik bir sistemdir. Bu süreler çoğunlukla saniyelerin birimleri kadardır. Örneğin 1/1, 1 / 2, 1 / 4, 1/8, 1/15, 1/30, 1/6 0, 1/125, 1/25 0, 1 /5 0 0, 1/1000 gibi.1/1 de perdenin açılıp kapandığını gözle görebilirken 1/1000’de gözle görülemeyecek kadar kısa sürede perde açılıp kapanır. Objektifler arası ve perdeli olmak üzere iki tip obtüratör sistemi vardır. Obtüratörün iki fonksiyonu vardır. 1) Işık miktarını saptamak, 2) Hareketi saptamak.

(Vamos)


15.

Yıl 1654.
Gururlu vahşi hayvanlar ve onurlu medeni insanlar bir anlaşma yaptılar.
O güne kadar insanların bölgelerinde yaşayana, soylarından ve gururlarından uzaklaşan hayvanlar affedilecek, hayvanlar dünyasına dönmelerine izin verilecekti.
Aynı şekilde vahşi hayvanlar arasında yaşayana insanlar da aynı aftan yararlanarak insanların arasına katılacaktı.
Her şey buraya kadar iyiydi. Ama insanlar arasında yaşayan hayvanlar ve hayvanların bölgesinde insanlardan uzakta yalnız yaşayan insanlar bir araya gelerek üçüncü bir bölge yarattılar ve buraya İNSHAYYA ve HAYVİNSANYA (Humanimal-Animan) dendi. İki isimli olmasının nedeni, en az kendi soylarıyla yaşamaya başlayan hayvanlar ve insanlar kadar gururlu olduklarını kanıtlamaktı. Bunun yolu da eşti olmaktan geçiyordu.

(Hayvanlar ve İnsanlar)


(devam edecek 17.07.2017 - 17.07.2018)

10 Ağustos 2017 Perşembe

50 Alıntıda Hayat Ağacım 2

(İstanbul)

6.

Dünyanın kuzeyinden güneyine inildikçe şehirlerin yaşama süreleri artıyor. Bir şehir için geçen bir gündeki 24 saat gerçekten de 24 saat midir? Stockholm’da, Bükreş’te ya da Paris’te bu 24 saatken İstanbul’a gelindiğinde süre yetmez bir güne. Zaman uzamasa da süreyi algılamamız uzar ve İstanbul güneye inildikçe uzun günlere kavuşan şehirlerden birisi oluverir.
İstanbul’da zaman uzadıkça onu sadece kendi adıyla düşünmem zorlaşıyor. Bu yüzden İstanbul’u düşündükçe beş kelimeyi daha düşünüyorum: Kalabalık, Gece, Lunapark, Boşluk, Heryer.
İstanbul için “Kalabalık” kelimesini düşünüyorum. Bu kelime beni korkutmuyor. İstanbul’da insanlar çoğaldıkça kalabalık sanki azalıyor. İnsanlar birbirine benzedikçe, aynı amaçlar ve kaygılar için bir araya toplandıkça yaşamsal nitelikleri sıradanlaşıyor ve şişman bir vücuda dönüştürüyor şehrin kentsel dokusunu. İstanbul nüfusu sayıca arttıkça aldığımız nefesin niteliği kötüleşiyor, seslerimiz daha kaygılı ve keyifsiz çıkmaya başlıyor ve kalabalıklarda bulduğumuz şen şakrak hava kirlenerek kayboluyor.
İstanbul için “Gece” kelimesini düşünüyorum.

(İstanbul için Beş Kelime)

7.

Gece kelimesini düşünüyorum. Sanki büyük ve önemli bir yasağı delmişcesine bu kelimeyi düşünürken kapalı gözlerimin ötesinde hiçbir renk belirmiyor. İstanbul'un başka yerlerinden gelmiş birçok kelimeden sadece biri olarak "gece" sözü, Beyoğlu'nu açan anahtar hikayenin ilk bölümü. Bu hikayede hiçbirimizin hikayesi anlatılmıyor. Gecenin açtığı bir hikayede gecenin hikayesi anlatılır ancak. Düşünerek ulaşılabilen bir kelime ve beklenerek erişilen bir ışık olayı arasında duraksamamak için çabuk karar vermek zorundayım.
Gece, eğlenmek, içmek, eve dönmek... Bir ışığın yapamayacağı şeyler; ama bir ışık için tüketilen nesnelerin adları... Sabaha, günün ilk ışıklarına, soğuk bir kahvaltıya, uyanan bir şehre ve yeniden başlayan bir güne ulaşmak için çekilen fiiller. Tam bir ifade olmasa da, ışığın olmadığı zamanlarda yaşayan dilin dilbilgisi...
Pencerenin önünde caddeyi seyrederken, adını  hiçbir zaman hatırlamamış da olsam geldiğim yerin içinden caddeye doğru yükselen sesler arasında uzak sesler de ayırdediyorum. 20. yüzyılın başlarında Doğu Akdeniz'in egzotik bir yöresi olarak zevkin ve sanatın görkemi için Avrupalıların akın ettiği bir şehrin içine yayılan seslerin sadece o geceye ait olduğunu düşünmek, gecenin seslerine arkamı dönerek yarattığım tekil eğlenceyi daha da anlaşılmaz ve eğlenceli kılıyor. Ama eğlencenin de bir tarihi ve takvimi var. Üzerine düşen zamanın ışıklarına göre eğlence de neden, gerekçe, süre ve şiddet kavramları arasında şekil değiştiriyor.

(İstanbul'un Gece Yakası)

8.

AÇIKLAMA

Bu mektuplardan neyi anlıyoruz?
Şehir nasıl bir canavardır ve kimleri öğütür neleri büyütürken?
Kaç kişi bu şehirden alacaklarını tahsil etmeden göçüp gitti, kayıp bir halde kendi hayatında?
Şehirden öç alınır mı? Ya güç?
Bir insan gibi hissettiğimiz zamanlarda şehir dile gelir… Onu unutursak dize gelir…
Bir şehre nenen gideriz, neden orada yaşamaya çalışırız?
Unutmak için mi? Hatırlamak için mi? Yaşadığımızı hatırlamak ve öleceğimizi unutmak için mi?
Şehirlerde her şey ölümsüz dayanıklılık için yapılmıştır. Doğaya başkaldırı vardır. Suya, toprağa, güneşe ve havaya karşı sağlam olmak zorundadır şehir. En değerli, en kutsal, en büyük, en iyi, en güzel, kusursuz…

(İstanbul Mektupları)

9.

İstanbul Beyoğlu’nda vaktiyle henüz yanmamış Çiçek Pasajı’nın arkalarında küçük bir lokantası vardı Selim Kül’ün. Siyah paspaslar ve koyu renkli Acem halılarıyla ‘Mêtr’, istisnai bir hava vermişti lokantasına. En az yemekleri kadar... Geceleri ise onun Boğaz kıyısında pahalı bir restoranda serbest çalıştığını duyuyordum. Lokantasında arada sırada yediğim öğle yemekleri sırasında da hiç görmemiştim onu. Ta ki o lüks Boğaz restoranında verilen bir akşam yemeğinde, yanlışlık sonucu bayanlar tuvaleti yerine mutfağa dalıncaya kadar.
Selim Kül, ‘şedövr’ünün üzerine karabiber serpiyordu, içeri girdiğimde. Üzerimde kırmızı bir elbise vardı, ama yarı-karanlıkta sanırım vişne çürüğü bir renk alıyordu giysim.
Kepini çıkardıktan sonra sarı, uzun saçlarını geriye doğru atarak, özgün tariflerine uygun bir şekilde hazırladığı özel yemeği şöyle bir kokladı ve karabiber değirmenini kolundan son bir kez daha çevirerek raftaki yerine kaldırdı.
Bense, şaşkınlıktan tuvaletimin geldiğini, kasıklarımın zonklamasını bile unutmuştum. Karşımda en az, ünlü tarifleri kadar güzel bir adam duruyordu. Aşçı değil, bir beyaz aşçı kepinin altına saklanmış bir prensti bu.


10.

İstanbul’a döndüğümde yanımda bir de küçük kitap vardı: Kadın Vücudunun Bende Olmayan Tarafları. 10 şehirde rastladığım kadınları beşer sayfada anlattığım bir not defteri tıka basa kadın yüzleriyle dolmuştu. Kuzeylisinden, Beyaz Rus’una, Bröton’undan İspanyol’una, sıcak İtalyan’ından Doğu Akdenizlisine kadar tam 10 kadını anlatmıştım. Onların vücutlarında olup bende olmayan “tarafların” bir yara olarak vücudumda açılmasından söz etmem kafaları karıştırıyordu gerçi ama bu yaraların kapanması için kadın tükürüğü ve öpücüğü gerektiğini belirtmem bir anlamda okuyanlar için teselli olmuştu.
İddiasız bir yayınevinden çıkan K.V.O.T tam anlamıyla bir patlama etkisi yarattı. Kısa sürede ciddi anlamda değerli bir yayın hakkı elime geçti; gerçi ancak bir daire parasıydı ama ben düzgün bir oteli tercih etmiştim. Kitaba gösterilen büyük ilgi KVOT’den sonra KRBT’yi yazmamı gerektirmişti. (Kadın Ruhunun Bende Bulunmayan Tarafları) Yayınevi benden çok daha para kazanmıştı şüphesiz, ama ben onların şansı olarak adlandırdığım bu küçük şöhret durumunu abartmıyor, sadece kazandığım paraya bakıyordum. Üstelik altyapımı hiç de konuşturmamış, sadece dostum sayesinde gezdiğim dünya başkentlerindeki kadınları anlatmıştım, bulabildiğim en basit ve sade dille.
Anlaşılırlık. Bu son büyük keşfimdi.



(devam edecek 17.07.2017 - 17.07.2018)

50 Alıntıda Hayat Ağacım 1

1 Ağustos 2017 Salı

Onbeşinci Şairler Sokağı



"...çok önceleri, çocuk olamamış şair babama..."

Susmayı yeğledim. Öteki köprü ayakları gibi. Suyla buluşunca ke­siksiz mutlulukları düşlemenin bile deniz karşısında nasıl çiğ kaçtığını anlayıverdim. 1978 yılında, on bir yaşında, bir yüzden ilk düştüğünde hiç açılmamış bir kapıya yordum gülüşü. Bazılarına yapıldığı gibi bi­zim evimize de gece yarıları bomba atılabilirdi. Ve pencereye en yakın yatan ben, alevleri ilk yutan olabilirdim, bütün güçsüzlüğümle. Oysa 1978 yılında, bu olasılıktan doksan sekiz kilometre ötede, yanaklarım günden güne şişiyordu.
Bir gün bir de baktım, arka sokağımızda bir tabela. 

Sokağa bir isim konmuştu. Bir ucu bataklığa, öbür ucu denize varan sokağımıza. Bir yanında, henüz çimentonun, demirlerin talan edemediği suyla ve boyu­mu aşan kılıçotlarıyla dolu arsalar vardı. Kalasları yatırır, ucuca ekler, ensiz yollar çizerdik, keskin otlar üzerinde. İlk çiziği alan genellikle ben olurdum, ya parmaklarımdan ya da yüzümden. Kırmızı çizgiciği ilk gördüğümde "karaya" en yakın kalaslı yoldan eve kaçardım. Bilmi­yorum, otlarla kaçıncı savaşımdı, eve kaçarken babamla karşılaştım. Kılıçotlu bataklıkla oynamamıza çok kızardı. Oysa o sırada oldukça dalgındı, elinde, arka sokağın yıkık bir duvarına asılan tabelanın kar­tondan bir benzeri vardı. Eve birlikte yollandık. Kapıyı açtı. İçeri ilk o girdi. Ayakkabılarını çıkarmadan, salona geçti ve ilk işi tavanı gözden geçirmek oldu. Sonra duvarları. Terasa çıktı. Ben peşinden geldim.

Uzunca bir süre denize baktı. Bakışlarını merak ediyordum. Yüksek gerilim tellerini, kavakları, minareyi, Liman Başkanlığı binasını. Sarıkız heykelini, iskeleyi ve en sonunda açığa demirli kayıkları delip ge­çen, deniz dibinde burgulanan bakışlarını... Babamla göz göze gelince, bakışlarındaki sivriliğin, iki-üç damla gözyaşından ileri geldiğini anla­dım. Ağlamıştı. Babama o tabelâyı duvara niçin astığını sordum. Bir şair dostu önceki gün ölmüştü.

"-Adını çok önceden duymuşsundur, diyordu. Hep anlatmaya çalı­şırdı: Kaybolan evler değil sokaklardır. Uzayan yollar seni gezgin yap­maz gezgin ol, derdi hep. Susmak, en şatafatlı gezginlikti onun için. Bana daha geçen gün telefonda bu şehirde tam on dört sokağa şair ad­larının verildiğini söylemişti."

Avın, babamı içine aldığı bir gündü. Aynı gün babam, henüz bir ya­kasında evler olmayan, bir ucu bataklığa, öbür ucu denize açılan soka­ğın yıkık duvarından, üstünde "Onbeşinci Şairler Sokağı" yazılı tabe­layı sökerek, sokağın başındaki sokak lambasına astı. Sokağın bir yanında evler öbür yanında şairler vardı.

Ocak 1990 - Düşler Öyküler; 6. Sayı, Şubat-1998

20 Temmuz 2017 Perşembe

50 Alıntıda Hayat Ağacım 1

1.

Korktuğumsa başıma gelmemişti. Astroloji yazıları konusunda ne medyumik bir yeteneğe ne de yüksek astroloji bilgilerine gerek vardı. Elime tutuşturulan iki-üç sayfalık belgede burçların genel özellikleri yazıyordu ve en altta da noktalı yerleri her seferinde doldurulan bir şablon yazı vardı:
“Bugün kendinizi ……. hissediyorsunuz. Talihiniz son derece …….. . Fakat ……..da ………lar var. Sakın ……. yapmayın. ……… göreceksiniz. Telaşlanmanıza gerek yok. Bir süre sonra …… olacaksınız.”
Noktalı bölümleri doldururken kendimi her geçen gün daha suçsuz hissediyordum. Demek ki şarlatanlık, içinde zamanla nefes alabildiğimiz bir düzendi. İnsanlık suçlarının başlangıcında yaşanan nefessiz saatler zamanla yok oluyordu.

(Yeni Sevgili, roman, 4. baskı 2017)

2.

Yıldızların arasında ne var?
Bir galaksi üst kapsamında düşündüğümüzde sistemler, nebulalar, kara delikler...
Dünyamızdan bir süredir yeni bir teleskopla evreni izlemeye çalışıyoruz. Emekli Hubble'ın ardından onun ardılı olarak yerini alan James Webb acaba bizleri Hubble'ın elde ettiği görüntülerin sarhoşluğundan alıp başka büyülenmelere doğru götürebilecek mi? Yoksa bu görüntülemelerden sızacak yeni galaktik gerçeklerin yarattığı şaşkınlıklar güzelim uzay keyfimizi örseleyecek mi?
Derin bir kuyuya bakar gibiyiz evrene her göz attığımızda. Sinema endüstrisi bu kuyudan su zerreleri getirmeye çalışırken üzerinden o ilk şaşkınlıkları atamamışa benziyor.

(Yıldızlararası, halilgokhan.blogspot.com)

3.

Adam olduğumuzda değil adam kaldığımızda “adam oluruz”…
Adamlık, adamın icadından bu yana hep aynı kalmadı. Gelişti. Bu gelişmenin içine adamdan beklenenlerin giderek azalması gerekti. Bu beklenti, adam olmayanların adam olmaları için en sağlıklı yoldu… Adam, devlet değildir, her istediğinizi karşılayamaz. Karşılamamalıdır da zaten.
“Ne zaman adam oluruz” sorusunda bir zaman, tarih ve vade saklı değildir. Koşullar vardır. Yinelenir. Aşırı durumlarda, adamlığın boyu kısalır… Hem tereddüt halinde hem de ivedilikte adamlık olayı devre dışıdır. Adam olmak bir sakin duruş ânıdır. Her şeye karışmaz. Savaştan, dövüşten, baygınlıktan sonra bakılan bir kullanma kılavuzu gibidir. Adamlardan önce heyecan, kin, nefret ve tutkular çağırır. Adamın tek tutkusu kalmak’tır.

(Adamın İcadı, halilgokhan.blogspot.com)

4.
Zorluk şurada başlıyor aslında: Tanrı, karşısında şairi bulurken, şair kendi karşısında dil ve aklı buluyor. Sözden yazıya uzanan Tanrı’nın olanaklarıyla devinen şairlik kurumu gerçekten de olanaksız bir rekabetin tam ortasında. Tanrı-şair kapışması bir rekabeti simgelemiyor. Çünkü Tanrı ve şair rakip değiller; düşmanlar belki. Tanrı anlatırken, şair söylüyor. Tanrı yer ve kanıt gösterirken, şair sözünü giderek uzatıyor. Metafor ve alegoriyle; Alegori ve Metafor’un alegori ve metaforuyla; zaman/mekanın ironisiyle yapıyor bunu. Şairin gücü daha fazla çünkü açık bir alanda, Tanrı’nın klostrofobisini tüketerek yürüyor. Karşısında Tanrı yok. Bu yüzden rakip değiller.

(Tanrı ve Şair, Yazının Hyper Derecesi, denemeler 4. BASIM 2017)

5.

Savaş çocukluktan itibaren başlar. O dünyaya hâkim olmak istemenin tomurcuğundan fırlayan tahta kılıçlar, çakıltaşından mermiler ve ölüm taklitleriyle yola çıkarız hepimiz sonumuzdaki şiddete doğru.
İnsan, soyunun geleneklerine ve geldiği olduğu yere bakmadan çaresizce özgür olmak ister. Hiç özgür olmadan özgürlüğü istemek özgürlüğün tek çelişkisidir.

(Askeri İtaatsizlik, 2018)

(devam edecek 17.07.2017 - 17.07.2018)

50 Alıntıda Hayat Ağacım 2

13 Temmuz 2017 Perşembe

Biz Mal mıyız?




           Bir Kitabın Her Şeyle Boşuna Monologu


Acaba tanışıyor  muyuz gerçekten?

Birbirimizi anlamak bir yana -ki senin beni anlaman sözkonusu sadece- şu an dünyanın ve evrenin bütün dillerinde konuşuyor olabilirim ve sense kafayı kolayca ortak bir dil safsatasına takmış olabilirsin, dilin nihayetinde bir iletişim aracı olduğunu ve giderek her türlü zenginlikten, kapsamdan arındırılıp "herkesin anlaması ve anlatması" için genel bir sadeliğe oturtulması gerektiğini düşünerek.

Hiç de öyle değil. Ama konumuz gerçekten de bu değil. Konumuz ben.

Ben: Kitap.

Çok yanlış zamanlarda ve yanlış yollarda bir araya geldik. Bunu pek umursamadım. En azından sadece ben. Sense benden çok korktun ya da bana fazlasıyla güvendin, derin çıkar ve hesaplar içinde veya harikalar dünyaları yaratarak zihninde.

Benim hep sen olduğumu, olacağımı düşündüm, bu gerçek. Senden asla vazgeçmedim, sabrettim, yılmadım. Ve bu halim, formum benim tercihim değildi. Sen karar verdin, değiştirdin sürekli beni. İçimi dünyanın almayacağı şeylerle doldurdun; bir şifreyken parola, bir anahtarken kapı ve duvarken dağ yaptın beni. Derken sınırlar ve ülkelerle bu uzun hapis hayatına başladım.

Ben zamana ya da mekâna ait değildim. Verilmiş bir sözüm yoktu. Hiçbir şey anlatmayacak ve anlamayacaktım. Sadece bir adım. Ve sendeydi tüm harita.

Kendime değerler, payeler biçmedim; düş ya da sanrı olmadım.

Konulduğum yerde, hep yazıldığım ve basıldığım biçimde kum saatinden yayılan tozlar içinde senin zamanına katıldım.

Dediğim gibi daha başka, daha başka yerde ve sen de daha başka birisi olabilirdin benimle. Ne yazık ki zamandan daha zor bir kavram olan hatırlama eyleminde bile sana yeteri kadar yardımcı olamadım istemediğin sürece. Ben hep yaşadım ve sen hep kendi savaşlarında öldün. Oysa ölümsüz ve buradaydım.

Acaba tanışıyor  muyuz gerçekten?

Bundan hayli kuşkuluyum. Hani senin çok sıklıkla başvurduğun bir huyun vardır:  Her şey yolunda oyunu da diyebiliriz buna. Hafızanı hayatının temel ilkelerini bazen hemen unutmak için kullandığından bu oyuna zaman içinde çok yatkınlaştın. Çıkarlarını tehdit eden rakiplerini, sana göre yaşam haklarını sınırlayan düşmanlarını hep bu oyunla dize getirdin. Şimdi ve burada; benim bir Kitap öznesi olarak neden kültürden, tarihten ve o bitmeyen okuma güzellemelerinden sana bahsetmediğimi ve hiç bahsetmeyeceğimi anlıyor musun?

Zamanla eğlence kategorisine kadar gerilettin beni. Biçime ve tasarıma indirgedin. Neden düşmanca bana baktığını hala anlayabilmiş değilim. Kil tabletten parşömene, rulolardan kodekse geçmenin kronolojik ve kültürler önemleri varmış, kimin umurunda? Asıl bana yazmayı ve benden okumayı unuttuklarını hatırlamaya çalışmak yerine beni de paranın, eşyanın yerine yanına koydun; ruh iken madde, mal yaptın beni neden? Bunun hesabını ver bana. Bana kutsallık atfettikçe sen, üstümden beklenen ganimetler ve fırsatlar daha da alevlendi Herkesin gözleri kör oldu adeta kutsallığı, beni kullanarak yaymaya ve dayatmaya çalışmaya devam ettiğin zaman boyunca.

Ve zamanla biçimin en az söz kadar etkili olabileceği, değer taşıdığına dair tartışmaların da ortasına yalnız bıraktın beni. Ben modernliğe doğru nefes alabilmek için kaçarken, merkezkaç yeni felsefi ihbarların insafına bıraktın.

Hiçbir avuca sığmaz, ele gelmezken yinelenebilir ve kopyalanır hale getirdin beni. Ben çoğaldıkça, söylemek istediklerim azaldı. Ben konuştukça, okundukça üzerimdeki baskılar, aşağılamalar arttı.

Acaba tanışıyor  muyuz gerçekten?

Ben Kitap. Ya sen kimsin?

Okur? Yazar? Basımcı? Yayımcı? Bürokrat? Anketçi? Kullanıcı? Gazeteci? Kimsin?

Ben çoğulum. Ben Kitabım. Biz kitabız. Sen muzaffer, yaratıcı, zengin, öngörülü, yetenekli, dahi, zeki, akıllı, güzel, kültürlü, entelektüelsin de...

Biz mal mıyız?

10 Nisan 2017 Pazartesi

Kafeblog 5: Ve gittin rüyalarımdan


Elin ne klavyeye ne de kahveye gidiyor. Geceleri soğuyan dünyanın yarısından daha da soğumuş olan fincana uzak duran elini yumruk yaptın ve bir gün gitmeye söz verdin kendine, o rüya şehrine gitmeye. Yıllardır bütün rüyalarında, tekrarlanan düşlerinde gördüğün yerleri bir gün çok tuhaf şekilde bir haritada birleştirmiştin düşünme yoluyla. Hiçbirisinde yaşamadın, ama gerçek dünyadan daha çok aşinaydın o yerlere; hepsi birbirine yakın bu yerler garip bir şekilde coğrafi olarak birbirlerine aşırı uyumluluk gösterir derecede benziyordu ve kendince yaşanan yerler, mekanlar olarak buluyordun onları. O rüyalardaki kişileri, olayları ve yerleri giderek gerçek dünyadan daha çok hatırlamaya başladığını anladığında çok korktun, çünkü hafızanda gerçek hayatın anıları ya daha az yer kaplamaya başlar ve günün birinde giderek artan rüya anıları hafızanı tamamen ele geçirirse? Gerçek dünyada gözlerin açık uyumak olmaz mıydı bu?

Günün her vakti rüyadan yeni uyanmış gibi hallere bürünebiliyor kafan. Az önceki rüya mıydı diye sormanı engelleyen, böylece aklını kaçırmanı önleyen sadece ve sadece geceden gündüze taşıdığın rüya kalıntıların. Gerçekle düşü ayırt etmeni sağlayan izler... Yoksa delirirdin. Düşünsene, kırk bin kilometre çevresi olan büyük bir akıl hastanesindesin ve dörtte üçü sularla kaplı bu hastane duvarlarının.

Omzunun dürtüklenmesiyle uyandın.

"Ne alırsınız?" diye soran bir ses duydun ve sordun kendi kendine: 'Bu ses nereden geliyor? Rüyadan mı gerçek dünyadan mı?'

***

Bir kafeye oturduğumda, eğer ki oraya oturmuşsam büyük ihtimalle hafızamda henüz unutamadığım ve bir önceki gecenin gösterisine dönüşmüş olan rüyalar vardır kırıntılar olarak kalmış da olsa...

Rüyalar çalışmamı önler, çünkü çalışmak nedir, o hiç sanmıyorum ki iyi değildir rüyalar için. O gecenin rüyalarını bilemezsin ve düşünürsün tüm gün, acaba o günün hangi çakaralmazı, objesi olacak o geceki rüyalarının...

Ve biri sana fısıldadığından beri rüyalarına ve beynine küstün. O an içindeki evren boşaldı, atmosfere karıştı. Soluyup geri verdiğin bir parça azota dönüştü rüyaların tüm sinematografik büyülü arka planları...

Onlar sadece uyku sonuna doğru hafızanın çalışmaya başladığı yaklaşık bir dakikalık sürenin meyveleriymiş. Bu hiç tatmin etmedi seni. Kayıptı kalan bütün rüyalar. Göremediklerin. Ve göremeyeceklerin. Belki görmemen gereken rüyalardı hafızanın da uyuduğu anlarda beyninin kapalı devre "yaptıkları ve yaşadıkları ve sakladıkları".

Yaşamadığın bir hayatı nereye saklayabilirsin? Böyle bir hayatı ister misin? Ama böyle şeyler var bedeninde, belki de hala kuşku duyduğun ruhunda.

Artık uyurken hiç de sevinçli değilsin. Çocukluğunu yitirdin böylelikle. Daha çoğunu istemekte haklısın hayatının neredeyse yarısını verdiğin uykulardan. Madem gece ve gündüz var, sen de gece ve gündüz olarak iki ayrı beden ve ruhsun. İki karakter; birisi hiç bilmediğin, diğeri başkalarından dinlediğin; o da yarım ederse sadece buçuk tanıyorsun kendini. Rüyalarından çok şey istemenin nedeni bu. 2. İki. İki bedenini de ruhunu da tanımak bilmek. Ama bunlar neden verilmiyor sana? Bu dünyanın, Ay'ın ve gezegenlerin karanlık yüzlerinde neler saklı? Neden saklanıyorlar?






18 Mart 2017 Cumartesi

Cervantes’in Buluşu





“Don Quijote, insan düşüncesinin en son ve en büyük sözü, insanın ifade edebileceği en acı ironidir.”

DOSTOYEVSKİ

Bir kahraman, bir seyis, bir at, bir sevgili ve bir hayali 500 senedir bu denli fiyakalı yapan nedir? Rönesans sonrasında başka aklın ve gerçekliğin övgücüleri olmak üzere 19. Yüzyıl romantiklerinin yenilmez idealizminden 20. yüzyılın melankolik varoluşçularının ondan “tekdüze yaşamın benlik arayışından ödün vermeyen vakur kahramanı” çıkarmalarına; daha felsefi okumalarda Sancho’yla birlikte, idealizmle materyalizmin diyalektiğini simgeleyişi yorumlarına; politik eğilimlilerinse bu anlatıda ütopyacı sosyalizmin ilk örneklerinden birini gördüklerini düşünmelerine kadar fiyaka inanılmaz derecede görkemli.
Bütün bunların üzerine Don Quijote’nin (don kihote) “bütün yüzyıllar içinde, sanatı sanatla, sanatın yaşamla ve sanatın insanla ilişkisini irdeleyen en baştan çıkarıcı anlatı olarak kabul” edilmesi var. Bütün bunlara bin sayfalık bu romanın “feodal düzenden merkantilist düzene geçişin örnek kitabı olarak sosyolojik ve tarihsel okumalara konu” olması, roman kahramanının deliliğinin psikolojik tahlil ve teşhislere tabi tutulması da dahil edilebilir.
Şimdi ve burada elimizdeki bu küçük ve kısa kitapta iki dev romancı, bir ünlü filozof, üç edebiyat ve sanat eleştirmeninin eleştiri, çözümleme, anlatı ve deneme bağlamındaki kendi metinlerinden yola çıkarak adeta Don Quijote’nin bu beş asırlık dev görkemine şapka çıkarmanın yanı sıra roman sanatının da aynı sürece tarihlenen evrimini gözler önüne seriyorlar. 
“Don Quijote ve Roman Sanatı” Carlos Fuentes, Michel Foucault, Yaşar Kemal, Adnan Binyazar, Feridun Andaç ve Raşel Rakella Asal’ın daha önce kitap ve edebiyat yayınlarından çıkan yazılarından oluşuyor. Kuşkusuz bu toplam giderek daha da uzatılabilir, akademik ve bilimsel ayrımlara, bölümlere tabi tutulabilirdi. Sanıyor ve inanıyoruz ki bu küçük yazı toplamı, gerek roman okumalarını düşüncelerle zenginleştirmeyi seçen kimi Don Quijote okuru ve gerekse onu romanın merkezi yapan anlayışı benimsemiş hem yeni hem de usta roman yazarları için de tam anlamıyla bir kılavuz. 
Roman kahramanıyla olan hispanik kökenleri, dil ve kültür bağları sebebiyle Carlos Fuentes, karşı reform döneminin İspanya’sı gibi Don Quijote’nin de iki ayrı suda dolaştığını ve iki ayrı dünyaya ait olduğunu belirtir. Fuentes’in bu Don Quijote romanını anlama kılavuzundaki gözalıcı denemesi onu 1987 yılında, İspanyol dilinde yazan yazarlara verilen en büyük ödül olan Cervantes Ödülü'ne değer bulunmasına kadar götüren bir yazın serüveninin de zenginliğinin göstergesi. “Don Quijote ve Roman Sanatı” kitabından anladığımız kadarıyla kitapta yazıları bulunmayan ama adına “donkişotizm” denilebilecek gönüllü bir eleştirinin haklı neferleri, hatta roman sanatı övgüsünün mimarları arasında şu ünlü adları da saymak mümkün ayrıca: Milan Kundera, Ortega Y Gasset, Vladimir Nabokov, Roger Garaudy.
Don Quijote, post-modernist kuram ve eleştirmenlerden de nasibini alarak fiyakasına fiyaka katmaktadır. Onlar için ya da onlar gibi düşünenler için kendisi bir okumanın da kahramanıdır. Fuentes, bu yaklaşımın neredeyse ilk izlerini bırakır: “Don Quijote okumadan gelir ve okumaya döner: Don Quijote okumanın elçisidir. Ve onda, girişimleri ve gerçek arasına giren gerçeklik değil okuma aracılığıyla tanıdığı büyücülerdir araya girenlerdir.” 
Kitapta yer alan Yaşar Kemal, Adnan Binyazar ve Feridun Andaç eksenli üçlü yazı/alıntı izleğinin temeli, en az İspanyol kültürü gibi değişik, farklı ve kendine özgü değişimleri, trajedileri kendi içinde barındıran Türk kültürü ve dili edebiyat söylemlerinde Don Quijote 20. yüzyılda Türk romanının başlangıcının en temel cesaret ve girişim esinleyicilerinden birisi olduğu yargısına dayanmaktadır. Bu yanıyla Türk edebiyatında, bu Cervantes buluşunun etkisi önümüzdeki yıllarda daha çok açıklanmaya ve irdelenmeye gereksinme duymaktadır.

7 Mart 2017 Salı

Kafeblog 2: Kafesk Hayat


Çok fazla kahve içmiyorum aslında. Kahveyi sevmiyorum da denilebilirdi eskiden. Sigarayla arayı açtığımdan beri çay ve kahve onun yerini aldı. Birşeyler yazarken zihnin nefes alması -ki buna tein kafein de denilebilir- gerekiyor kesinlikle. Bir şişe suyu nasıl yudum yudum içebiliyorsunuz çay ve kahve de birer nefes yudumlarına dönüşüyor size eşlik ederken. Yazı melodiyse onlar da açıkçası ritim ve armoni.

Çalışmak için gittiğim bütün mekânların ortak adı "kafe"... Bu konuda anlaşalım sevgili okur. Yine de hepsi café, kahvehane, kıraathane, kafe ya da bar değiller: Çeşit çeşittiler hep. İçlerinde dönemine göre çoğu internet kafe olmak üzere simitçi, çayevi, fotokopici yani printcenter ve pastaneler de oldu.

Günün birinde şunu anladım: En çok gittiğim, durumum elverdiğince müdavimi olduğum yerlerin ortak bir iç mimari zevkleri vardı: Genelde retro döşenmiş, ışıktan çok gölgesi bol, loş mekânlardı. Örneğin Beyoğlu-İstiklal Caddesi'ni esas alacak olursak en başında ortasında ve sonunda sürekli gittiğim üç yer vardı. Bir ortak özellikleri de alkol ruhsatlarının olmasıydı. Açık söyleyeyim menüleri zengin, batılı ve fiyatları hiç de düşük değildi. Sonuçta Beyoğlu'ndan söz ediyoruz. Herkes gibi benim de 1-2 araba, ev, yazlık parası ve nice kredi-kredi kartları harcadığımız bir yer burası. Ortalama bir hesapla ortalamanın 3-4 katı zaman geçirerek o mekânları tutumlu kullandığımı düşündüm hep, ne var ki bu tutumu başarılı bir ekonomik zincire bağlantılandıramadığım için solo olarak kaldı çalışma hayatımın içinde bu kafe ve mekânlarda çalışma alışkanlığım.

Buralarda çalışmaya mecburdum sevgili okur. Hiç ofisim olmadı çünkü. Ofisevlerim birkaç taneydiler, ama her iki mekân da ayn yerde buluşmaya hep çekindiler nedense. Hep yaya, arabasız, sarı arabalı, az da olsa toplu taşınmalı, sırt çantalı, 8 senedir de laptop ağırlığını da üstlenmiş bir iskeletle bu kafesk hayatı sürdürüyorum bütün çeşitlilik ve güzellikleriyle.

***

Kapılar üzerine geliyor bazen onları yeteri kadar açık bırakmayınca... Kapıları kapatmadan da içe kapanmak son derece güç bir iş. Fazlasıyla ömürden çalıyor. Ritim ve frekanslara kafayı takmış bir şekilde devamlı olarak hayatının ayarlarıyla oynuyorsun. Ne yapacaksın? Daha iyi ve daha mutlu olacaksın değil mi? Elbette. Buna hakkın var. Bunu yapmayı elden bırakmazsan daha az aşınacaksın ve kötü takıntı ve saplantılardan uzak duracaksın.

Burada duruyorsun şunu iyice anlamış olarak ve bunu sadece yıllarca ve yıllarca evden, kendinden ve sana iyi gelecek her şeyden uzak durarak anlayabilirdin: İstemediklerini anlayarak istediklerini anlayan bir bedenin içinde hapsolmuş durumdasın. Yazının icadından beri tersten kurdun insan zamanının saatini. Ne istediğini asla bilemeyeceksin. Ne istediğini biliyorsun ama. Tek şey: Ölmemek. Yaşamayı isteyemiyorsun, çünkü sonlu şeyleri anlayamıyorsun, yani öğrenemiyorsun ve dolayısıyla yaşamayı da bilmiyorsun. Ve sadece ölmemek istiyorsun. Yaşamak yetmiyorsa, ölmemeyi istemek her şeye yetecektir sanıyorsun ki bu doğru.

***

Ona en çok ihtiyacın olduğu anda ondan kaçtığın için kimseyi affetmeyeceksin.

24 Şubat 2017 Cuma

Kafeblog: Kafe ve Mekânlarda Çalışma Günlüğüm ve İzlenimlerim


Kafeblog. Hoppala nereden çıktı bu şimdi.

Eh, yazmadan olmazdı. Onca ülkeyi, diyarı gezme, tozma... Uçağa hatta gemilere de binme. Hayatını sadece çalışmaya ve çalışmaya ve de birkaç ana cadde ve sokaktaki mekânlarda kulaklığını takıp dünyadan kopma gezilerine çık ve bu gezileri anlatma...

Gezdiği yerleri anlatmak mı gezdiği yerlerde kendine ne olduğunu anlatmak mı? Yolculuklara buna yolda karar vermek için çıkılmaz mı?

Bu gezilerde yazdıklarımın hep başkaları için olmasının tek nedeni bünyemin ve beynimin yazmayı sadece ve sadece başkaları için olursa kabul etmesi olabilir mi? Benim galiba beynimin bir lobunda iki ana lobun arasında gerçekleşen söz sanatlarının elektriksel hareketleri gerçekleşiyor. Amigdala > Ego. Bizde böyle.
Bu kısa gezi yazısı başlığından sonra gözlerimi kapıyor ve hatırlamaya çalışıyorum: Şehir ya da ev dışında ilk nerede yazmaya başladım başkaları için?

Bugüne kadar yaklaşık 10 şehirde ciddi anlamda isteyerek ya da zorunlu olarak yaşadığıma göre bunlardan birinde, hatta ikincisinde çocukken ilk yazmaya başladığım yer kitapçı dükkanımızın vitrininin altındaki gizli dehliz olmalı. Her türlü ambalaj, eski dergi, gazete, iade edilecek yayın ve ıvır zıvır için kullanılan bu dehlizin kapısı yoktu. Eğilerek hatta sürünülerek girildiğinden ve çok tozlu olduğundan çıkınca oraya girildiği çok aşikâr oluyordu. Hatta dükkânımız öylesine çok kitap ve insan derisi tozuyla kaplıydı ki ve her bölgenin toz yoğunluğu da farklı olduğundan uzaktaki toza göre nerede olduğun kolaylıkla anlaşılabiliyordu. Kitaplardan çok üst ve başımızın tozlarını almakla geçerdi dükkânda zaman.

O dükkândan sonra ne içinde saklanabilecek başka bir kitapçı ne de gizli dehlizler arayacak dolu zaman bulabildiğimi artık itiraf edebilirim. Çocukluk, çocuk olmakla çok meşgul olduğumuz en dolu zamanımızdır. Artık çocuk değilsek boşa geçer zamanımız. Şurda burda şuna buna yaranmaya yararlı olmaya yanılmamaya çalışmaktan zamanlarımız da hayatlarımız gibi boş olur gider.

Şimdi zamanımı yeniden bulguladığım ve hayatın saflıklarını aradığım son 15-20 yıl içinde hiçbir şeye şaşırmadığımı söyleyebileceğimi düşünemezdim.

Dünya ve hayat bu kadar kayıp şeyler olabilir mi? Ne yaptınız bunlara beyler hanımlar? Derdiniz ne sizin?

Zaten hiç olmadı bu hayat bu dünya! Olmamış gidin çalışın ya da sadece gidin!

***

Keşke kapatabilseydim kapıları. Tüm kapıları bu sözlerden sonra. Diyorum ya bana tek kalan zaman ve onu nasıl algılamam gerektiğine karar vermek. İnsan olmayan canlıları insanlara tercih edeli beri -başlangıcını hatırlamıyorum- saflığı hissediyorum her adımda. İşte o zaman bir yere gittiğimin bir anlamı da kalmıyor nereden geldiğimizin de...

Şimdi ve şu anda bulunduğum yerde kahve ve gürültü kokuları var. Ses duymuyorum. Kulaklığımdan yansıyan müzik beni sadece sağır etmeye yetecek düzeyde. Bir tek kulakları kapalı olan açık bir bedenim: Yine gerçeklere açık, umutsuzluklara, yürüyen dramlara, geri gelmeyen hiç gelmeyen şanslara.

Hep gece olsa. Hep uyusak. Hep rüyalar olsa. Hiçbir şey olmasa. Hiçliği de bilemeyecek kadar hiçlik olsak.

Yokluyorum. Bu bir masa. O kadar küçük ki üzerine bir dünya şey sığabiliyor. Elektronik ve elektrikli açık bir katlanır defter. İri bir kahve fincanı. Fareye benzeyen bir kırmızı ışıklı kalem. Her yerden sarkan kablolar.

Kafenin adı N. Ünlü bir Roma imparatorunun adı olması için sonuna bir N daha gelmeliydi. İtalyan kafesi olması bir N'si eksik ismin o imparatorun Latince adı olduğunu da doğrulayabilir. Tıpkı Cicero gibi. Bu İtalyanlar ne zaman Romalılardı ne zaman İtalya oldular? Helen ne zaman Yunan oldu? Ya Fars İranlı? Beijing Pekin? Nicosia Lefkoşa?

Eh ben de 17 senedir bir "kafe" gezgini olarak bu ayrımları ve dönüm noktalarını bilmeye çok meraklıyım. Bu merakın bulaşıcı olması için malumatfuruşluk taslamayıp kafelerde açık defterimle ve fareye benzeyen kalem ve kablolarımla, beni dış dünyadan koruyan ve sağırlığımın altın nedeni kulaklığımla gezmeye devam ettikçe burada her şeyi ama her şeyi başıma gelen gelmeyen gelebilecek olan ve olmayanları yazacağım.

***
Hayır asla reklam yok. Hatta tek yasak reklam.
Çünkü dünyayı yayalar kurtaracak. Bir insani gezmekle başlayacak her şey.