10 Ağustos 2017 Perşembe

50 Alıntıda Hayat Ağacım 2

(İstanbul)

6.

Dünyanın kuzeyinden güneyine inildikçe şehirlerin yaşama süreleri artıyor. Bir şehir için geçen bir gündeki 24 saat gerçekten de 24 saat midir? Stockholm’da, Bükreş’te ya da Paris’te bu 24 saatken İstanbul’a gelindiğinde süre yetmez bir güne. Zaman uzamasa da süreyi algılamamız uzar ve İstanbul güneye inildikçe uzun günlere kavuşan şehirlerden birisi oluverir.
İstanbul’da zaman uzadıkça onu sadece kendi adıyla düşünmem zorlaşıyor. Bu yüzden İstanbul’u düşündükçe beş kelimeyi daha düşünüyorum: Kalabalık, Gece, Lunapark, Boşluk, Heryer.
İstanbul için “Kalabalık” kelimesini düşünüyorum. Bu kelime beni korkutmuyor. İstanbul’da insanlar çoğaldıkça kalabalık sanki azalıyor. İnsanlar birbirine benzedikçe, aynı amaçlar ve kaygılar için bir araya toplandıkça yaşamsal nitelikleri sıradanlaşıyor ve şişman bir vücuda dönüştürüyor şehrin kentsel dokusunu. İstanbul nüfusu sayıca arttıkça aldığımız nefesin niteliği kötüleşiyor, seslerimiz daha kaygılı ve keyifsiz çıkmaya başlıyor ve kalabalıklarda bulduğumuz şen şakrak hava kirlenerek kayboluyor.
İstanbul için “Gece” kelimesini düşünüyorum.

(İstanbul için Beş Kelime)

7.

Gece kelimesini düşünüyorum. Sanki büyük ve önemli bir yasağı delmişcesine bu kelimeyi düşünürken kapalı gözlerimin ötesinde hiçbir renk belirmiyor. İstanbul'un başka yerlerinden gelmiş birçok kelimeden sadece biri olarak "gece" sözü, Beyoğlu'nu açan anahtar hikayenin ilk bölümü. Bu hikayede hiçbirimizin hikayesi anlatılmıyor. Gecenin açtığı bir hikayede gecenin hikayesi anlatılır ancak. Düşünerek ulaşılabilen bir kelime ve beklenerek erişilen bir ışık olayı arasında duraksamamak için çabuk karar vermek zorundayım.
Gece, eğlenmek, içmek, eve dönmek... Bir ışığın yapamayacağı şeyler; ama bir ışık için tüketilen nesnelerin adları... Sabaha, günün ilk ışıklarına, soğuk bir kahvaltıya, uyanan bir şehre ve yeniden başlayan bir güne ulaşmak için çekilen fiiller. Tam bir ifade olmasa da, ışığın olmadığı zamanlarda yaşayan dilin dilbilgisi...
Pencerenin önünde caddeyi seyrederken, adını  hiçbir zaman hatırlamamış da olsam geldiğim yerin içinden caddeye doğru yükselen sesler arasında uzak sesler de ayırdediyorum. 20. yüzyılın başlarında Doğu Akdeniz'in egzotik bir yöresi olarak zevkin ve sanatın görkemi için Avrupalıların akın ettiği bir şehrin içine yayılan seslerin sadece o geceye ait olduğunu düşünmek, gecenin seslerine arkamı dönerek yarattığım tekil eğlenceyi daha da anlaşılmaz ve eğlenceli kılıyor. Ama eğlencenin de bir tarihi ve takvimi var. Üzerine düşen zamanın ışıklarına göre eğlence de neden, gerekçe, süre ve şiddet kavramları arasında şekil değiştiriyor.

(İstanbul'un Gece Yakası)

8.

AÇIKLAMA

Bu mektuplardan neyi anlıyoruz?
Şehir nasıl bir canavardır ve kimleri öğütür neleri büyütürken?
Kaç kişi bu şehirden alacaklarını tahsil etmeden göçüp gitti, kayıp bir halde kendi hayatında?
Şehirden öç alınır mı? Ya güç?
Bir insan gibi hissettiğimiz zamanlarda şehir dile gelir… Onu unutursak dize gelir…
Bir şehre nenen gideriz, neden orada yaşamaya çalışırız?
Unutmak için mi? Hatırlamak için mi? Yaşadığımızı hatırlamak ve öleceğimizi unutmak için mi?
Şehirlerde her şey ölümsüz dayanıklılık için yapılmıştır. Doğaya başkaldırı vardır. Suya, toprağa, güneşe ve havaya karşı sağlam olmak zorundadır şehir. En değerli, en kutsal, en büyük, en iyi, en güzel, kusursuz…

(İstanbul Mektupları)

9.

İstanbul Beyoğlu’nda vaktiyle henüz yanmamış Çiçek Pasajı’nın arkalarında küçük bir lokantası vardı Selim Kül’ün. Siyah paspaslar ve koyu renkli Acem halılarıyla ‘Mêtr’, istisnai bir hava vermişti lokantasına. En az yemekleri kadar... Geceleri ise onun Boğaz kıyısında pahalı bir restoranda serbest çalıştığını duyuyordum. Lokantasında arada sırada yediğim öğle yemekleri sırasında da hiç görmemiştim onu. Ta ki o lüks Boğaz restoranında verilen bir akşam yemeğinde, yanlışlık sonucu bayanlar tuvaleti yerine mutfağa dalıncaya kadar.
Selim Kül, ‘şedövr’ünün üzerine karabiber serpiyordu, içeri girdiğimde. Üzerimde kırmızı bir elbise vardı, ama yarı-karanlıkta sanırım vişne çürüğü bir renk alıyordu giysim.
Kepini çıkardıktan sonra sarı, uzun saçlarını geriye doğru atarak, özgün tariflerine uygun bir şekilde hazırladığı özel yemeği şöyle bir kokladı ve karabiber değirmenini kolundan son bir kez daha çevirerek raftaki yerine kaldırdı.
Bense, şaşkınlıktan tuvaletimin geldiğini, kasıklarımın zonklamasını bile unutmuştum. Karşımda en az, ünlü tarifleri kadar güzel bir adam duruyordu. Aşçı değil, bir beyaz aşçı kepinin altına saklanmış bir prensti bu.


10.

İstanbul’a döndüğümde yanımda bir de küçük kitap vardı: Kadın Vücudunun Bende Olmayan Tarafları. 10 şehirde rastladığım kadınları beşer sayfada anlattığım bir not defteri tıka basa kadın yüzleriyle dolmuştu. Kuzeylisinden, Beyaz Rus’una, Bröton’undan İspanyol’una, sıcak İtalyan’ından Doğu Akdenizlisine kadar tam 10 kadını anlatmıştım. Onların vücutlarında olup bende olmayan “tarafların” bir yara olarak vücudumda açılmasından söz etmem kafaları karıştırıyordu gerçi ama bu yaraların kapanması için kadın tükürüğü ve öpücüğü gerektiğini belirtmem bir anlamda okuyanlar için teselli olmuştu.
İddiasız bir yayınevinden çıkan K.V.O.T tam anlamıyla bir patlama etkisi yarattı. Kısa sürede ciddi anlamda değerli bir yayın hakkı elime geçti; gerçi ancak bir daire parasıydı ama ben düzgün bir oteli tercih etmiştim. Kitaba gösterilen büyük ilgi KVOT’den sonra KRBT’yi yazmamı gerektirmişti. (Kadın Ruhunun Bende Bulunmayan Tarafları) Yayınevi benden çok daha para kazanmıştı şüphesiz, ama ben onların şansı olarak adlandırdığım bu küçük şöhret durumunu abartmıyor, sadece kazandığım paraya bakıyordum. Üstelik altyapımı hiç de konuşturmamış, sadece dostum sayesinde gezdiğim dünya başkentlerindeki kadınları anlatmıştım, bulabildiğim en basit ve sade dille.
Anlaşılırlık. Bu son büyük keşfimdi.



(devam edecek 17.07.2017 - 17.07.2018)

50 Alıntıda Hayat Ağacım 1

1 Ağustos 2017 Salı

Onbeşinci Şairler Sokağı



"...çok önceleri, çocuk olamamış şair babama..."

Susmayı yeğledim. Öteki köprü ayakları gibi. Suyla buluşunca ke­siksiz mutlulukları düşlemenin bile deniz karşısında nasıl çiğ kaçtığını anlayıverdim. 1978 yılında, on bir yaşında, bir yüzden ilk düştüğünde hiç açılmamış bir kapıya yordum gülüşü. Bazılarına yapıldığı gibi bi­zim evimize de gece yarıları bomba atılabilirdi. Ve pencereye en yakın yatan ben, alevleri ilk yutan olabilirdim, bütün güçsüzlüğümle. Oysa 1978 yılında, bu olasılıktan doksan sekiz kilometre ötede, yanaklarım günden güne şişiyordu.
Bir gün bir de baktım, arka sokağımızda bir tabela. 

Sokağa bir isim konmuştu. Bir ucu bataklığa, öbür ucu denize varan sokağımıza. Bir yanında, henüz çimentonun, demirlerin talan edemediği suyla ve boyu­mu aşan kılıçotlarıyla dolu arsalar vardı. Kalasları yatırır, ucuca ekler, ensiz yollar çizerdik, keskin otlar üzerinde. İlk çiziği alan genellikle ben olurdum, ya parmaklarımdan ya da yüzümden. Kırmızı çizgiciği ilk gördüğümde "karaya" en yakın kalaslı yoldan eve kaçardım. Bilmi­yorum, otlarla kaçıncı savaşımdı, eve kaçarken babamla karşılaştım. Kılıçotlu bataklıkla oynamamıza çok kızardı. Oysa o sırada oldukça dalgındı, elinde, arka sokağın yıkık bir duvarına asılan tabelanın kar­tondan bir benzeri vardı. Eve birlikte yollandık. Kapıyı açtı. İçeri ilk o girdi. Ayakkabılarını çıkarmadan, salona geçti ve ilk işi tavanı gözden geçirmek oldu. Sonra duvarları. Terasa çıktı. Ben peşinden geldim.

Uzunca bir süre denize baktı. Bakışlarını merak ediyordum. Yüksek gerilim tellerini, kavakları, minareyi, Liman Başkanlığı binasını. Sarıkız heykelini, iskeleyi ve en sonunda açığa demirli kayıkları delip ge­çen, deniz dibinde burgulanan bakışlarını... Babamla göz göze gelince, bakışlarındaki sivriliğin, iki-üç damla gözyaşından ileri geldiğini anla­dım. Ağlamıştı. Babama o tabelâyı duvara niçin astığını sordum. Bir şair dostu önceki gün ölmüştü.

"-Adını çok önceden duymuşsundur, diyordu. Hep anlatmaya çalı­şırdı: Kaybolan evler değil sokaklardır. Uzayan yollar seni gezgin yap­maz gezgin ol, derdi hep. Susmak, en şatafatlı gezginlikti onun için. Bana daha geçen gün telefonda bu şehirde tam on dört sokağa şair ad­larının verildiğini söylemişti."

Avın, babamı içine aldığı bir gündü. Aynı gün babam, henüz bir ya­kasında evler olmayan, bir ucu bataklığa, öbür ucu denize açılan soka­ğın yıkık duvarından, üstünde "Onbeşinci Şairler Sokağı" yazılı tabe­layı sökerek, sokağın başındaki sokak lambasına astı. Sokağın bir yanında evler öbür yanında şairler vardı.

Ocak 1990 - Düşler Öyküler; 6. Sayı, Şubat-1998